Bir klişe ancak hiç birimizin uzak olmadığı bir hayalden söz edeceğim. Başını alıp, evi barkı satıp, vurup kendini dağa taşa, ormanlarda yaşamak herkesin en az bir kez hayal ettiği, bazılarının ise gündüz düşlerini daima meşgul eden bir fantezidir. Modern insan diye dillere pelesenk ederek tarifini yaptığımız güncel vaziyetimizin duygusal yoksunlukları, metropollerde tatmin edilmesi güç yakınlık ihtiyacı, yaşadığımız, kelimenin tam manasıyla ömrümüzü tükettiğimiz topraktan çok uzak, havada asılı kalan beton kutularda gökyüzüne mesafemizi ölçemeyerek geçirdiğimiz günler elbette ormanda bir başına yaşama düşünü destekler nitelikte. Medeniyetten, teknolojiden, endüstriden ve nihayetinde insandan uzak bu yaşam alanının avantajı ne olacak peki?
İzole etmek bir şeyi dış etkiden korumak, çevresinden ayırmak manasına gelir. Kişinin kendisini toplumdan izole etmesinin birçok anlamı olabilir elbette. İzole edilen bireyse, etkisinden korunulan dış faktör de birey haricindeki her şeydir. İş hayatı, asfalt yollar, ticari ilişkiler, benzin fiyatı, arabalar tarafından ezilerek ölen sokak hayvanları, bacasından kurum üfüren gemiler, korna sesleri, samimiyetsiz komşular, her şey… Bu her şeyin insanın içinde yarattığı çaresizlik duygusu ve diğer tüm duygular.
Özellikle ayrışma ve bireyselleşme evresinde, bakım veren kişi tarafından tutarsız muamele gören bebek, yetişkinliğinde her kendini ayrışık bir birey olarak hissettiğinde, yoğun suçluluk ve hüsranla dış dünyanın gerçekliğine teslim olarak füzyonu kıramayacaktır. Şahsına ait duygusal yaşantıları, bir birey olarak sahip olduğu düşünceleri dış dünya tarafından istila edilecek ve yutulacaktır. Otantik varlığını kaybeden kişiden geriye ne kalır ki? Şehirlerde varlığımızı korumak adına, değerlerimizi ve inandıklarımızı savunmak adına sarf ettiğimiz enerji dev dalgaların sahil kasabasını teslim alması kadar çaresizce debelenmeler olabilir bazen. Ve bu hisse tahammül edemeyen insan çözümü, kendisinden başka kimsenin kuralı ve gerçeği ile mücadele etmek zorunda kalmadığı o dağ evine hapseder.
Tüm anlatmak istediğim, muazzam bir yaratık olan insanın kullandığı savunma mekanizmaları aslında. Baş edemediğimiz yerde kaçınmak ve kaçmak en kolayıdır. Tıpkı bir bebeğin, gözlerini henüz açtığı çokça aydınlık, çokça kalabalık ve anlaması imkânsız yeryüzü hayatı karşısında kendisini sık sık uykunun kollarına bırakması gibi. Bir bebek nasıl ki uykuya sığınarak egosunu hasardan korumaya güdülenmişse, biz yetişkinler de hala uykuyu bir savunma olarak kullanmanın yanı sıra diğer kaçış yollarını değerlendiririz. Değerlendirmek isteriz. İşte doğada yaşama hayali de organiğe dönme arzumuzla birlikte egomuzu örseleyen ‘’diğerlerini’’ bertaraf etme gayretidir.
İzole etmek bir şeyi dış etkiden korumak, çevresinden ayırmak manasına gelir. Kişinin kendisini toplumdan izole etmesinin birçok anlamı olabilir elbette. İzole edilen bireyse, etkisinden korunulan dış faktör de birey haricindeki her şeydir. İş hayatı, asfalt yollar, ticari ilişkiler, benzin fiyatı, arabalar tarafından ezilerek ölen sokak hayvanları, bacasından kurum üfüren gemiler, korna sesleri, samimiyetsiz komşular, her şey… Bu her şeyin insanın içinde yarattığı çaresizlik duygusu ve diğer tüm duygular.
Özellikle ayrışma ve bireyselleşme evresinde, bakım veren kişi tarafından tutarsız muamele gören bebek, yetişkinliğinde her kendini ayrışık bir birey olarak hissettiğinde, yoğun suçluluk ve hüsranla dış dünyanın gerçekliğine teslim olarak füzyonu kıramayacaktır. Şahsına ait duygusal yaşantıları, bir birey olarak sahip olduğu düşünceleri dış dünya tarafından istila edilecek ve yutulacaktır. Otantik varlığını kaybeden kişiden geriye ne kalır ki? Şehirlerde varlığımızı korumak adına, değerlerimizi ve inandıklarımızı savunmak adına sarf ettiğimiz enerji dev dalgaların sahil kasabasını teslim alması kadar çaresizce debelenmeler olabilir bazen. Ve bu hisse tahammül edemeyen insan çözümü, kendisinden başka kimsenin kuralı ve gerçeği ile mücadele etmek zorunda kalmadığı o dağ evine hapseder.
Tüm anlatmak istediğim, muazzam bir yaratık olan insanın kullandığı savunma mekanizmaları aslında. Baş edemediğimiz yerde kaçınmak ve kaçmak en kolayıdır. Tıpkı bir bebeğin, gözlerini henüz açtığı çokça aydınlık, çokça kalabalık ve anlaması imkânsız yeryüzü hayatı karşısında kendisini sık sık uykunun kollarına bırakması gibi. Bir bebek nasıl ki uykuya sığınarak egosunu hasardan korumaya güdülenmişse, biz yetişkinler de hala uykuyu bir savunma olarak kullanmanın yanı sıra diğer kaçış yollarını değerlendiririz. Değerlendirmek isteriz. İşte doğada yaşama hayali de organiğe dönme arzumuzla birlikte egomuzu örseleyen ‘’diğerlerini’’ bertaraf etme gayretidir.