Ve yeniden başlangıç.
Var olmanın bilgisi bilincime ulaştığı o andan itibaren, bir insan yavrusu olarak öncelikle ‘’dünya’’ denilen yaşam formunda mevcudiyetimi sürdürmeye güdüleniyorum.
Hayatta kalmak, sahip olduğum en ilkel dürtü. Hem bedenen hem de bedenimin içinde, bedenimi kontrol eden ruhsal boyutta var olmak; bunu başarabilmek için varlığımı tehdit edecek bütün uyaranları bertaraf etmek, kendimi güven duygusunun sıcaklığına bırakmama yardım edecek.
Bu bol ışıklı, çok gürültülü üç boyutlu dünyada deneyimlediğim güvenlik hissi, çevremde olup bitene olan merakımı tetikleyecek. Keşiflerle zenginleştirdiğim yaşamım bana hayatta ‘’bir şeyleri’’ başarabileceğimi öğretmiş olacak.
Böylece içine düşmüş olduğum dünya denilen yerde kendime, var olma ihtiyacımın karşılığını bulmuş, nihayet aidiyet geliştirmeyi başarmış olacağım... Peki, ben bir aciz bebek, nasıl olacak da tüm bunları başaracağım?
Gurbet kelimesi için Türk Dil Kurumu’nun yapmış olduğu tanım: Doğup yaşanılmış yerden uzak yer. Karşıma çıkan bu mekânsal tanımın öznesine baktığımda, hissedeceği duygunun özlem olduğunu tahmin etmekte güçlük yaşamadım.
Referans noktası olarak kabul ettiği, o uzak olan yere karşı duyduğu özlem. Eğer bulunduğun yer ve zaman sana bir şekilde eksiklik duygusu yaşatıyorsa ancak o zaman özlemden söz edebilirsin.
Bir de bunların ötesinde bir gurbetlik vardır ki o da çıkılan içsel yolculukta duraklayacak bir liman bulunmaması, her nerde ve kiminle olursa olsun açıklarda bulmak kendini.
Bitimsiz ve yatışmayan hasretlik hali. Eğer şanslıysan bu yersiz yurtsuzluk vaziyetinin bebekken sana bakım veren kişi ile kurduğun/kuramadığın bağlantı ile ilişkili olduğunu görürsün. Ya da şehir şehir dolanır, ait olmaya çalıştıkça git gide yalnızlaşırsın.
İnsanın anavatanı, anne rahmidir. Öylesine korunaklı, güvenli ve yalnızlığın acısından uzak. Nasıl ki karaya vuran yarı ölü bir balinanın, güzelliğine övgüler alan beyaz, ince ve sıcacık kumsalda can çekişmesi yok oluşuna bir naiflik katmıyorsa, bir bebeğin kendisini uzunca süredir merak ve sevgiyle bekleyen ailesinin kucağına doğması onun güvenli ortamından dehşet ile ayrıldığı gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Anne karnında iken deneyimlediği ‘’bir olma halini’’ terk ederek yalnızlığın tam ortasına düşmüş olması, bebeği telafisi için tüm yaşam enerjisini kanalize edeceği yeniden bağlantı kurma amacına yöneltecek. Anne, bebeğin dünyaya gelmesinde büyük sorumluluğu üstlendiği gibi bu aşamada ve yaşamın ilerleyen safhalarında da yine kilit nokta olmaya devam edecek.
Bebeğin ruhsal enerjisi on sekiz aylık olana dek geçen süre zarfında yoğunlukla bağlanma fenomeni üzerinde yoğunlaşacaktır. Elbette bunu bilinçli bir eylem olarak yerine getirmesini beklemiyoruz.
Ancak annenin bebeğe olan muamelesini, aralarındaki bağlanmanın niteliğini belirleyecek yegâne unsur olarak kabul edebiliriz. Bebeğin büyüyüp de yetişkin bir birey haline geldiğinde hissedeceği kopukluk duygusunun temellerini anlamak adına bağlanma örüntüsünü genel çerçevede kategorilendirecek olursak, annenin sergileme ihtimali olan taban tabana zıt iki tutumdan söz edilebilir: ‘’İhmal ve ihlal’’.
Bireyi ilişkisel bir varlık olarak ele aldığımız takdirde, duyumsadığı her acıyı ve yoksunluğu öyle yada böyle dâhil olduğu bir ilişki sırasında kazanmıştır. Bebeğin annesi ile arzu ettiği ve ihtiyaç duyduğu ölçüde bağlantı kuramaması, mevcudiyetinin yeryüzünde havada kalması manasına gelir. Öyle bir boşluk ki devamlı kendini ait hissedeceği bir yerlerin hasreti içinde…
Eğer ki anne, bebeğin ‘’o an’’ karşılanması gereken gerek fiziksel gerek duygusal ihtiyaçlarını karşılama konusunda zamana yaymacı bir tavır sergiliyor ya da her istediğini her an verme konusunda katı bir tutum sergileyerek bebeğin şımarmaması adına terbiye edici davranıyorsa işte orada olup biten şey aslında bebeğin ‘’güvenli’’ ortamdan mahrum kalarak anneye ulaşamamısıdır.
Görünen şey yalnızca beslenme ihtiyacı dahi olsa, temelindeki gereksinim çok daha varoluşsaldır. Bebek anne tarafından kendisinin duygusal manada güvende hissettirilmesini ve de böylece varlığının onaylanmasını bekler.
Keza ihlalkâr bir ebeveynin yol açtığı hasar benzerdir. Ebeveyn bir şekilde bebeğin kendisine bağımlı kalmasını arzular ve çocuğun tüm sınırlarını ihlal eder. Kendisine ihtiyaç duyulmadığı anlarda dahi ‘’orada’’ olarak çocuğun kendini güvende hissedip dünyayı keşfetmesine olanak sağlamasının aksine kendisine yönelttiği güvensizlik duygusunu tetikler.
Anne ile bir olma halini deneyimleyen çocuk ile anne arasında kaygılı bir bağlanma oluşacaktır. Çocuğun sağlıklı, ayrışık bir bağlanma nesnesine duyduğu açlık, bu gerçeklikten yalıtılmış uyuşturan vaziyet ile perçinlenecektir.
Özlem, tıpkı anne rahmindeki gibi yeniden güvende olmaya duyulur. Başarısız bağlanma öyküleri maalesef yeryüzünde sahip olduğumuz konumu sorgulatır. Çünkü bir bebek olarak bu ürkütücü dünyaya adapte olamayan ‘’o’’ yanımız her zaman içimizde çözüm yolları bulmak için çabalar durur...
Yapılması gereken şey aidiyet duygusunu mekânlarda ya da insanlarda aramak yerine sakince içimizdeki çocukla barışmak olacaktır.
Kübra Nur Uzun - Psikolog
Var olmanın bilgisi bilincime ulaştığı o andan itibaren, bir insan yavrusu olarak öncelikle ‘’dünya’’ denilen yaşam formunda mevcudiyetimi sürdürmeye güdüleniyorum.
Hayatta kalmak, sahip olduğum en ilkel dürtü. Hem bedenen hem de bedenimin içinde, bedenimi kontrol eden ruhsal boyutta var olmak; bunu başarabilmek için varlığımı tehdit edecek bütün uyaranları bertaraf etmek, kendimi güven duygusunun sıcaklığına bırakmama yardım edecek.
Bu bol ışıklı, çok gürültülü üç boyutlu dünyada deneyimlediğim güvenlik hissi, çevremde olup bitene olan merakımı tetikleyecek. Keşiflerle zenginleştirdiğim yaşamım bana hayatta ‘’bir şeyleri’’ başarabileceğimi öğretmiş olacak.
Böylece içine düşmüş olduğum dünya denilen yerde kendime, var olma ihtiyacımın karşılığını bulmuş, nihayet aidiyet geliştirmeyi başarmış olacağım... Peki, ben bir aciz bebek, nasıl olacak da tüm bunları başaracağım?
Gurbet kelimesi için Türk Dil Kurumu’nun yapmış olduğu tanım: Doğup yaşanılmış yerden uzak yer. Karşıma çıkan bu mekânsal tanımın öznesine baktığımda, hissedeceği duygunun özlem olduğunu tahmin etmekte güçlük yaşamadım.
Referans noktası olarak kabul ettiği, o uzak olan yere karşı duyduğu özlem. Eğer bulunduğun yer ve zaman sana bir şekilde eksiklik duygusu yaşatıyorsa ancak o zaman özlemden söz edebilirsin.
Bir de bunların ötesinde bir gurbetlik vardır ki o da çıkılan içsel yolculukta duraklayacak bir liman bulunmaması, her nerde ve kiminle olursa olsun açıklarda bulmak kendini.
Bitimsiz ve yatışmayan hasretlik hali. Eğer şanslıysan bu yersiz yurtsuzluk vaziyetinin bebekken sana bakım veren kişi ile kurduğun/kuramadığın bağlantı ile ilişkili olduğunu görürsün. Ya da şehir şehir dolanır, ait olmaya çalıştıkça git gide yalnızlaşırsın.
İnsanın anavatanı, anne rahmidir. Öylesine korunaklı, güvenli ve yalnızlığın acısından uzak. Nasıl ki karaya vuran yarı ölü bir balinanın, güzelliğine övgüler alan beyaz, ince ve sıcacık kumsalda can çekişmesi yok oluşuna bir naiflik katmıyorsa, bir bebeğin kendisini uzunca süredir merak ve sevgiyle bekleyen ailesinin kucağına doğması onun güvenli ortamından dehşet ile ayrıldığı gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Anne karnında iken deneyimlediği ‘’bir olma halini’’ terk ederek yalnızlığın tam ortasına düşmüş olması, bebeği telafisi için tüm yaşam enerjisini kanalize edeceği yeniden bağlantı kurma amacına yöneltecek. Anne, bebeğin dünyaya gelmesinde büyük sorumluluğu üstlendiği gibi bu aşamada ve yaşamın ilerleyen safhalarında da yine kilit nokta olmaya devam edecek.
Bebeğin ruhsal enerjisi on sekiz aylık olana dek geçen süre zarfında yoğunlukla bağlanma fenomeni üzerinde yoğunlaşacaktır. Elbette bunu bilinçli bir eylem olarak yerine getirmesini beklemiyoruz.
Ancak annenin bebeğe olan muamelesini, aralarındaki bağlanmanın niteliğini belirleyecek yegâne unsur olarak kabul edebiliriz. Bebeğin büyüyüp de yetişkin bir birey haline geldiğinde hissedeceği kopukluk duygusunun temellerini anlamak adına bağlanma örüntüsünü genel çerçevede kategorilendirecek olursak, annenin sergileme ihtimali olan taban tabana zıt iki tutumdan söz edilebilir: ‘’İhmal ve ihlal’’.
Bireyi ilişkisel bir varlık olarak ele aldığımız takdirde, duyumsadığı her acıyı ve yoksunluğu öyle yada böyle dâhil olduğu bir ilişki sırasında kazanmıştır. Bebeğin annesi ile arzu ettiği ve ihtiyaç duyduğu ölçüde bağlantı kuramaması, mevcudiyetinin yeryüzünde havada kalması manasına gelir. Öyle bir boşluk ki devamlı kendini ait hissedeceği bir yerlerin hasreti içinde…
Eğer ki anne, bebeğin ‘’o an’’ karşılanması gereken gerek fiziksel gerek duygusal ihtiyaçlarını karşılama konusunda zamana yaymacı bir tavır sergiliyor ya da her istediğini her an verme konusunda katı bir tutum sergileyerek bebeğin şımarmaması adına terbiye edici davranıyorsa işte orada olup biten şey aslında bebeğin ‘’güvenli’’ ortamdan mahrum kalarak anneye ulaşamamısıdır.
Görünen şey yalnızca beslenme ihtiyacı dahi olsa, temelindeki gereksinim çok daha varoluşsaldır. Bebek anne tarafından kendisinin duygusal manada güvende hissettirilmesini ve de böylece varlığının onaylanmasını bekler.
Keza ihlalkâr bir ebeveynin yol açtığı hasar benzerdir. Ebeveyn bir şekilde bebeğin kendisine bağımlı kalmasını arzular ve çocuğun tüm sınırlarını ihlal eder. Kendisine ihtiyaç duyulmadığı anlarda dahi ‘’orada’’ olarak çocuğun kendini güvende hissedip dünyayı keşfetmesine olanak sağlamasının aksine kendisine yönelttiği güvensizlik duygusunu tetikler.
Anne ile bir olma halini deneyimleyen çocuk ile anne arasında kaygılı bir bağlanma oluşacaktır. Çocuğun sağlıklı, ayrışık bir bağlanma nesnesine duyduğu açlık, bu gerçeklikten yalıtılmış uyuşturan vaziyet ile perçinlenecektir.
Özlem, tıpkı anne rahmindeki gibi yeniden güvende olmaya duyulur. Başarısız bağlanma öyküleri maalesef yeryüzünde sahip olduğumuz konumu sorgulatır. Çünkü bir bebek olarak bu ürkütücü dünyaya adapte olamayan ‘’o’’ yanımız her zaman içimizde çözüm yolları bulmak için çabalar durur...
Yapılması gereken şey aidiyet duygusunu mekânlarda ya da insanlarda aramak yerine sakince içimizdeki çocukla barışmak olacaktır.
Kübra Nur Uzun - Psikolog