Kendi içindeki çelişkiler ve çatışma riskine rağmen büyük resme bakıldığında ortaya çıkan sonuç Irak Kürt Bölgesi’nin İran sınırından başlayarak batıya doğru bir kuşak halinde Akdeniz sınırlarına dayanmış bir Kürt bölgesinin ortaya çıktığıdır.
Coğrafi açıdan bakıldığında Akdeniz’e açılan bütüncül Kürt bölgesinin önünde Suriye’de Kobane ve Afrin kantonları arasında kalan ve büyük kısmı IŞİD tarafından kontrol edilen hat ile Afrin’den sonra bir kısmı Suriyeli muhalifler ve kalan kısmı rejimin kontrolü altındaki Lazkiye’ye bağlı Bayır-Bucak bölgesi kalmaktadır.
Türkiye’nin doğrudan askeri dahli olmaması durumunda IŞİD’e karşı ABD desteğini alan Kürtlerin Afrin-Kobane arasını da ele geçirmesi yüksek olasılıktır. Türkiye açısından bakıldığında Irak ve Suriye’deki Kürt bölgeleri açısından iki farklı yaklaşım ve algının olduğu söylenebilir.
Irak’ta bağımsızlık ilan etmediği sürece Bağdat’tan olabildiğince bağımsız hareket eden bir Kürt bölgesi fırsat olarak görülmektedir. Bağdat’ın giderek artan oranda İran kontrolüne geçmesi, mezhepsel bölünmenin bir daha onarılamayacak şekilde derinleşmesi ve Kürt yönetimi ile sürdürülen enerji işbirliği bunun nedenleri olarak sıralanabilir.
Suriye’de ise aynı fırsat algısının olmadığı açıktır. Suriye’de Kürt kuşağı ile ilgili iki temel sorunun olduğu söylenebilir. Birincisi söz konusu bölgenin karşılıklı güven bunalımının yaşandığı ve tehdit algılamasına dayalı ilişki içinde olunan bir aktör olan PYD/PKK tarafından kontrol ediliyor olması.
Bu durumun sınır güvenliği ile ilgili yarattığı kaygının ötesinde Türkiye’nin birincil meselesi olan çözüm süreci bağlamında elini zayıflatacağı kaygısı yaygındır. İkinci ve en az bunun kadar önemli neden Kürt kuşağının arada kalan cepleri de kapsayacak şekilde genişlemesi durumunda Türkiye’nin Arap Dünyası ile coğrafi bağlantısının kesilecek olmasıdır.
Bu durumda Türkiye, Suriye ve genel anlamda Ortadoğu’ya açılımını PYD/PKK üzerinden yapmak durumunda kalacaktır. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge oluşturmak üzere askeri müdahalede bulunması olasılığını PKK kontrolünde Kürt bölgesi kaygısı kadar Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Türkiye’nin Halep ile bağlantının kesilmesine asla müsaade etmeyiz” açıklaması doğrultusunda değerlendirmek gerekmektedir.
Kuzey Suriye’de yaşananlar Türkiye açısından bir dış politika meselesi olmaktan öte doğrudan iç güvenliği, toprak ve siyasal bütünlüğü ile ilgilidir. Bu açıdan bakıldığında Kuzey Suriye’deki gelişmeler Türkiye’nin en önemli meselesi olan çözüm süreci bağlamında önem kazanmaktadır.
PYD/PKK’nın önceliği Suriye’nin kuzeyinde siyasi statü sahibi olunmasıdır. Suriye’deki mücadele PKK’ya birçok açıdan açılım sağlamaktadır. IŞİD’e karşı mücadele üzerinden uluslararası alanda meşruiyet kazanırken bölgesel düzeyde Kürt milliyetçiliğinin bayraktarlığını üstlenme imkanı elde etmektedir.
Özgüveni artmış, askeri olarak güçlenmiş, kalıcı bölge kontrolü sağlamış, bölgesel düzeyde Kürtler arasında çekim merkezi olma yolunda ilerleyen örgütün kendini bu denli güçlü hissettiği bir ortamda siyasi müzakereye yanaşması zorlaşacaktır. Ya da ancak kendi maksimalist talepleri üzerinden bir barışa razı olacaktır.
Suriye Kürtleri Mart 2011 tarihinde başlayan halk ayaklanması ve sonrasında iç savaşta “üçüncü yol” olarak ifade ettikleri bir pozisyon aldı. Buna göre yaşanan çatışmalar Araplar arası ve sekteryan bir mücadele idi ve Kürtler bu çatışmaya doğrudan müdahil olmamalıydı.
Ancak bu tutum Hıristiyanlar ve Dürziler gibi diğer Suriyeli azınlık gruplarının aldığı pasif bir tarafsızlık değildi. Suriye’de iç savaşın derinleşeceği ve zaman içinde merkezi otoritenin zayıflayacağı öngörüsünden hareketle Kürt nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerde kendi idari, siyasi, ekonomik, kültürel ve güvenlik altyapılarını oluşturmaya başladılar.
Kürtlerin diğer gruplara göre en büyük avantajı tek bir siyasi hareket (PYD) ve ona bağlı askeri güç (Halk Savunma Birlikleri – YPG)tarafından yönlendiriliyor olmaları idi. Esasen Suriye Kürt siyasi sahnesi çok parçalı olsa da PYD sahip olduğu silahlı güç vasıtası ile diğer tüm Kürt hareketlerini bastırma imkanına sahipti.
Ayrıca halk ayaklanmasının iç savaşa dönmesi, IŞİD tehdidinin ortaya çıkması gibi nedenlerle siyasi süreçlerden ziyade güvenlik ihtiyaçları ön plana çıktı. Bu da Suriye Kürtlerinin PYD ve YPG etrafında seferber olmasını sağladı. Kürtler dar çıkarlarına odaklanarak iç savaşta pragmatik bir yol izledi ve gerektiğinde her aktörle işbirliği yaparak çıkarlarını maksimize etmeye çabaladı.
Bu çerçevede rejim ile kurmuş olduğu özel ilişki Kürt nüfusun yaşadığı bölgelerde önünün açılmasına hizmet etti. Suriye rejimine bağlı güçler 2012 yılının Temmuz ayında Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bazı yerleşimlerden çekildi. Böylece YPG hiçbir çatışmaya girmeden Kürt nüfusun yoğun yaşadığı yerlerde kontrolü ele geçirmiş oldu.
Rejimin bu hamlesinin arkasında birkaç faktör etkili olmuştu. Bunlar arasında; güçlerini batı ve orta cephelere kaydırma ihtiyacı, çekildiği Kürtler Suriye iç savaşında çatışmaya dahil olmadan kendilerine ait istikrarlı bir bölge oluşturmaya odaklandı. Zaman içinde hem kontrol ettikleri bölgeleri genişlettiler hem de altyapılarını güçlendirmeye çabaladılar.
Yerleri muhaliflere teslim etmektense PYD’ye “emanet etme” arayışı, Türkiye’yi Suriye politikası nedeniyle cezalandırma arzusu sayılabilir. Kürtler bu süreçte çatışmaya dahil olmadan kendilerine ait istikrarlı bir bölge oluşturmaya odaklandı. Zaman içinde hem kontrol ettikleri bölgeleri genişlettiler hem de altyapılarını güçlendirmeye çabaladılar.
Nihayetinde PYD liderliğindeki Kürtler 2013 yılının Kasım ayında Kurucu Meclis ilan etmiş ve PKK’nın öne sürdüğü “demokratik özerklik” modelini Suriye’de kontrolleri altındaki bölgelerde fiilen uygulamaya başladılar.
Bu sürecin devamı olarak 2014 yılının Ocak ayında sırasıyla kuzey Suriye’nin doğusunda Cezire, ortasında Kobane ve batısında da Afrin “kantonları” ilan edilmiştir.
Suriye Kürtleri açısından en büyük zorluk ilan edilen üç bölge arasında coğrafi bağlantının ve ögelerin kendi içinde homojen bir nüfus yapısının olmamasıdır. Bu nedenle kantonlar içinde demografik gerçekleri göz önüne alan bir yönetim tarzı benimsenmeye çalışıldığı görüntüsü verilmiştir.
Yönetimde, silahlı birimlerde Araplar ve Süryanilere yer verilmiştir. Coğrafi kopukluk sorununa yönelik olarak Kobane-Cezire kantonlarını birleştirmek için Tel Abyad, Kobane-Afrin kantonlarını birleştirmek için Azaz stratejik askeri hedefler olarak belirlenmiştir.
Ancak Kürtler açısından bir diğer zorluk bağlantıyı sağlayacak ara bölgelerde Kürtlerin azınlık, buna karşın Araplar ve Türkmenlerin çoğunlukta yaşıyor olmasıdır. Üç gelişme PYD/YPG’nin söz konusu zorlukları aşması ve şartların olgunlaşması için fırsat sunmuştur.
Birincisi Haziran 2014 sonrasında IŞİD’in Musul’u ele geçirerek geniş bir coğrafyada “hilafet devleti”ilan etmesidir. İkinci gelişme yükselen terör tehdidine karşı ABD öncülüğünde çok sayıda ülkenin katılımı ile IŞİD’e mücadele koalisyonunun oluşturulmasıdır.
IŞİD’le- Mücadele stratejisinin özü Koalisyon güçlerinin havadan askeri destek vermesi ve yereldeki silahlı unsurların IŞİD’e karşı ilerlemesine dayanmaktaydı. Üçüncü gelişme ise Musul’u ele geçirerek güçlenen IŞİD’in Kobane’ye yönelmesi oldu. ABD ilk aşamada Kobane’nin IŞİD ile mücadele açısından stratejik öneme sahip olmadığını açıklamıştı.
Ancak kısa bir süre sonra Koalisyon güçlerinin Suriye’de IŞİD’e yönelik gerçekleştirdiği saldırıların büyük çoğunluğu IŞİD’in Kobane kuşatmasını kırmak ve YPG’ye destek olmak için verildi.
Kobane’de IŞİD kuşatmasının kırıldığı Ocak 2015 ayı sonuna kadar Suriye’de gerçekleşen Koalisyon hava saldırılarının yaklaşık %70’i Kobane’deki IŞİD hedeflerine yönelik gerçekleşmiştir. Hava desteği ile yerde sağlanan başarı ABD’yi IŞİD’e karşı mücadelenin Suriye ayağında YPG’ye daha fazla destek olma konusunda teşvik etmiştir.
ABD-YPG ortaklığının bir sonraki ayağını Tel Abyad oluşturmuştur. Mayıs 2015 ayı ortalarında başlayan koordineli operasyonlar neticesinde önce Tel Abyad kuşatılmış ve yerleşim ciddi bir direnç ile karşılaşmadan YPG ve Özgür Suriye Ordusu’na bağlı ancak etkisi zayıf olan Burkan el Fırat PYD rejimin Suriye’de daha da zayıfladığını gördüğü ve üzerindeki IŞİD baskısının azaldığını hissettiği anda rejim güçlerini Haseke ve Kamışlı’dan çıkarma konusunda çok büyük sıkıntı yaşamayacaktır.
PYD’nin kısa ve orta vadede “ortak yönetim” söylemi ile Arap ve Türkmenlerin desteğini almaya çalıştığı ancak uzun vadede bölgede homojen bir demografik yapı oluşturma hedefi güttüğü söylenebilir.
Bu noktada vurgulanması gereken bir konu Kürtlerin, Tel Abyad’da ve daha genelde Türkiye sınırı boyunca yaşayan Arapların Baas rejimi tarafından sonradan göç ettirildiği yönündeki argümanıdır.
Kürtler bu bölgelerdeki Arap nüfusun yerli olmadığını ve gitmeleri gerektiğini iddia etmektedir. Gerçekten de 1965 yılında kararı alınan ve 1975 yılında Baas rejimi tarafından uygulanan “Arap Kemeri” politikası ile Irak ve Türkiye sınırına Araplar yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu plan Suriye ile Irak-Türkiye Kürtleri arasında bir kordon oluşturmayı amaçlamaktaydı.
Buna karşın söz konusu plan sadece Haseke vilayeti sınırları içinde yer alan Ras el Ayn (Serikaniye) ile Til Koçer arasında kalan bölgede uygulanmıştır. Ayn el Arap (Kobane) ve Afrin bölgelerinde ve zaten Kürt nüfusun azınlık olduğu Rakka’da uygulanmamıştır.
Tel Abyad ise tarihsel olarak zaten Arap kökenlidir ve bunun en açık göstergesi yerleşimin Türkiye tarafında yer alan Akçakale’de de yoğunluklu Arap nüfusun yaşıyor olmasıdır. Türkmenler ise çok eski zamanlarda, 16. Yüzyılda Anadolu’dan göç etmiştir.
Haseke’ye 1970’li yıllarda göç eden Araplara karşılık aynı bölgedeki önemli bir kısım Kürt kökenli Suriyeli de yerli değildir. Suriye rejiminin vatandaşlık vermediği Kürtler olarak bilinen ve sayıları 200 bini bulan Kürt kökenli Suriyeli Haseke’ye 1930’lu yıllarda Irak ve Türkiye’den göç etmiştir.
Bu noktada önemli olan sonradan göç etme argümanından ziyade bundan hareketle toplulukların zorunlu göçe tabi tutturulmasının hiçbir hukuki ve insani dayanağının olmadığıdır.
Bu argümanın dile getirilmesi ve buna dayanarak Kürtlerin dışındaki halkların zorunlu göçe tabi tutulması farklı bölgelerde yaşanacak etnik temizlik hareketlerinin önünün açılması riskini beraberinde getirecektir
[email protected]
Coğrafi açıdan bakıldığında Akdeniz’e açılan bütüncül Kürt bölgesinin önünde Suriye’de Kobane ve Afrin kantonları arasında kalan ve büyük kısmı IŞİD tarafından kontrol edilen hat ile Afrin’den sonra bir kısmı Suriyeli muhalifler ve kalan kısmı rejimin kontrolü altındaki Lazkiye’ye bağlı Bayır-Bucak bölgesi kalmaktadır.
Türkiye’nin doğrudan askeri dahli olmaması durumunda IŞİD’e karşı ABD desteğini alan Kürtlerin Afrin-Kobane arasını da ele geçirmesi yüksek olasılıktır. Türkiye açısından bakıldığında Irak ve Suriye’deki Kürt bölgeleri açısından iki farklı yaklaşım ve algının olduğu söylenebilir.
Irak’ta bağımsızlık ilan etmediği sürece Bağdat’tan olabildiğince bağımsız hareket eden bir Kürt bölgesi fırsat olarak görülmektedir. Bağdat’ın giderek artan oranda İran kontrolüne geçmesi, mezhepsel bölünmenin bir daha onarılamayacak şekilde derinleşmesi ve Kürt yönetimi ile sürdürülen enerji işbirliği bunun nedenleri olarak sıralanabilir.
Suriye’de ise aynı fırsat algısının olmadığı açıktır. Suriye’de Kürt kuşağı ile ilgili iki temel sorunun olduğu söylenebilir. Birincisi söz konusu bölgenin karşılıklı güven bunalımının yaşandığı ve tehdit algılamasına dayalı ilişki içinde olunan bir aktör olan PYD/PKK tarafından kontrol ediliyor olması.
Bu durumun sınır güvenliği ile ilgili yarattığı kaygının ötesinde Türkiye’nin birincil meselesi olan çözüm süreci bağlamında elini zayıflatacağı kaygısı yaygındır. İkinci ve en az bunun kadar önemli neden Kürt kuşağının arada kalan cepleri de kapsayacak şekilde genişlemesi durumunda Türkiye’nin Arap Dünyası ile coğrafi bağlantısının kesilecek olmasıdır.
Bu durumda Türkiye, Suriye ve genel anlamda Ortadoğu’ya açılımını PYD/PKK üzerinden yapmak durumunda kalacaktır. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge oluşturmak üzere askeri müdahalede bulunması olasılığını PKK kontrolünde Kürt bölgesi kaygısı kadar Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Türkiye’nin Halep ile bağlantının kesilmesine asla müsaade etmeyiz” açıklaması doğrultusunda değerlendirmek gerekmektedir.
Kuzey Suriye’de yaşananlar Türkiye açısından bir dış politika meselesi olmaktan öte doğrudan iç güvenliği, toprak ve siyasal bütünlüğü ile ilgilidir. Bu açıdan bakıldığında Kuzey Suriye’deki gelişmeler Türkiye’nin en önemli meselesi olan çözüm süreci bağlamında önem kazanmaktadır.
PYD/PKK’nın önceliği Suriye’nin kuzeyinde siyasi statü sahibi olunmasıdır. Suriye’deki mücadele PKK’ya birçok açıdan açılım sağlamaktadır. IŞİD’e karşı mücadele üzerinden uluslararası alanda meşruiyet kazanırken bölgesel düzeyde Kürt milliyetçiliğinin bayraktarlığını üstlenme imkanı elde etmektedir.
Özgüveni artmış, askeri olarak güçlenmiş, kalıcı bölge kontrolü sağlamış, bölgesel düzeyde Kürtler arasında çekim merkezi olma yolunda ilerleyen örgütün kendini bu denli güçlü hissettiği bir ortamda siyasi müzakereye yanaşması zorlaşacaktır. Ya da ancak kendi maksimalist talepleri üzerinden bir barışa razı olacaktır.
Suriye Kürtleri Mart 2011 tarihinde başlayan halk ayaklanması ve sonrasında iç savaşta “üçüncü yol” olarak ifade ettikleri bir pozisyon aldı. Buna göre yaşanan çatışmalar Araplar arası ve sekteryan bir mücadele idi ve Kürtler bu çatışmaya doğrudan müdahil olmamalıydı.
Ancak bu tutum Hıristiyanlar ve Dürziler gibi diğer Suriyeli azınlık gruplarının aldığı pasif bir tarafsızlık değildi. Suriye’de iç savaşın derinleşeceği ve zaman içinde merkezi otoritenin zayıflayacağı öngörüsünden hareketle Kürt nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerde kendi idari, siyasi, ekonomik, kültürel ve güvenlik altyapılarını oluşturmaya başladılar.
Kürtlerin diğer gruplara göre en büyük avantajı tek bir siyasi hareket (PYD) ve ona bağlı askeri güç (Halk Savunma Birlikleri – YPG)tarafından yönlendiriliyor olmaları idi. Esasen Suriye Kürt siyasi sahnesi çok parçalı olsa da PYD sahip olduğu silahlı güç vasıtası ile diğer tüm Kürt hareketlerini bastırma imkanına sahipti.
Ayrıca halk ayaklanmasının iç savaşa dönmesi, IŞİD tehdidinin ortaya çıkması gibi nedenlerle siyasi süreçlerden ziyade güvenlik ihtiyaçları ön plana çıktı. Bu da Suriye Kürtlerinin PYD ve YPG etrafında seferber olmasını sağladı. Kürtler dar çıkarlarına odaklanarak iç savaşta pragmatik bir yol izledi ve gerektiğinde her aktörle işbirliği yaparak çıkarlarını maksimize etmeye çabaladı.
Bu çerçevede rejim ile kurmuş olduğu özel ilişki Kürt nüfusun yaşadığı bölgelerde önünün açılmasına hizmet etti. Suriye rejimine bağlı güçler 2012 yılının Temmuz ayında Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bazı yerleşimlerden çekildi. Böylece YPG hiçbir çatışmaya girmeden Kürt nüfusun yoğun yaşadığı yerlerde kontrolü ele geçirmiş oldu.
Rejimin bu hamlesinin arkasında birkaç faktör etkili olmuştu. Bunlar arasında; güçlerini batı ve orta cephelere kaydırma ihtiyacı, çekildiği Kürtler Suriye iç savaşında çatışmaya dahil olmadan kendilerine ait istikrarlı bir bölge oluşturmaya odaklandı. Zaman içinde hem kontrol ettikleri bölgeleri genişlettiler hem de altyapılarını güçlendirmeye çabaladılar.
Yerleri muhaliflere teslim etmektense PYD’ye “emanet etme” arayışı, Türkiye’yi Suriye politikası nedeniyle cezalandırma arzusu sayılabilir. Kürtler bu süreçte çatışmaya dahil olmadan kendilerine ait istikrarlı bir bölge oluşturmaya odaklandı. Zaman içinde hem kontrol ettikleri bölgeleri genişlettiler hem de altyapılarını güçlendirmeye çabaladılar.
Nihayetinde PYD liderliğindeki Kürtler 2013 yılının Kasım ayında Kurucu Meclis ilan etmiş ve PKK’nın öne sürdüğü “demokratik özerklik” modelini Suriye’de kontrolleri altındaki bölgelerde fiilen uygulamaya başladılar.
Bu sürecin devamı olarak 2014 yılının Ocak ayında sırasıyla kuzey Suriye’nin doğusunda Cezire, ortasında Kobane ve batısında da Afrin “kantonları” ilan edilmiştir.
Suriye Kürtleri açısından en büyük zorluk ilan edilen üç bölge arasında coğrafi bağlantının ve ögelerin kendi içinde homojen bir nüfus yapısının olmamasıdır. Bu nedenle kantonlar içinde demografik gerçekleri göz önüne alan bir yönetim tarzı benimsenmeye çalışıldığı görüntüsü verilmiştir.
Yönetimde, silahlı birimlerde Araplar ve Süryanilere yer verilmiştir. Coğrafi kopukluk sorununa yönelik olarak Kobane-Cezire kantonlarını birleştirmek için Tel Abyad, Kobane-Afrin kantonlarını birleştirmek için Azaz stratejik askeri hedefler olarak belirlenmiştir.
Ancak Kürtler açısından bir diğer zorluk bağlantıyı sağlayacak ara bölgelerde Kürtlerin azınlık, buna karşın Araplar ve Türkmenlerin çoğunlukta yaşıyor olmasıdır. Üç gelişme PYD/YPG’nin söz konusu zorlukları aşması ve şartların olgunlaşması için fırsat sunmuştur.
Birincisi Haziran 2014 sonrasında IŞİD’in Musul’u ele geçirerek geniş bir coğrafyada “hilafet devleti”ilan etmesidir. İkinci gelişme yükselen terör tehdidine karşı ABD öncülüğünde çok sayıda ülkenin katılımı ile IŞİD’e mücadele koalisyonunun oluşturulmasıdır.
IŞİD’le- Mücadele stratejisinin özü Koalisyon güçlerinin havadan askeri destek vermesi ve yereldeki silahlı unsurların IŞİD’e karşı ilerlemesine dayanmaktaydı. Üçüncü gelişme ise Musul’u ele geçirerek güçlenen IŞİD’in Kobane’ye yönelmesi oldu. ABD ilk aşamada Kobane’nin IŞİD ile mücadele açısından stratejik öneme sahip olmadığını açıklamıştı.
Ancak kısa bir süre sonra Koalisyon güçlerinin Suriye’de IŞİD’e yönelik gerçekleştirdiği saldırıların büyük çoğunluğu IŞİD’in Kobane kuşatmasını kırmak ve YPG’ye destek olmak için verildi.
Kobane’de IŞİD kuşatmasının kırıldığı Ocak 2015 ayı sonuna kadar Suriye’de gerçekleşen Koalisyon hava saldırılarının yaklaşık %70’i Kobane’deki IŞİD hedeflerine yönelik gerçekleşmiştir. Hava desteği ile yerde sağlanan başarı ABD’yi IŞİD’e karşı mücadelenin Suriye ayağında YPG’ye daha fazla destek olma konusunda teşvik etmiştir.
ABD-YPG ortaklığının bir sonraki ayağını Tel Abyad oluşturmuştur. Mayıs 2015 ayı ortalarında başlayan koordineli operasyonlar neticesinde önce Tel Abyad kuşatılmış ve yerleşim ciddi bir direnç ile karşılaşmadan YPG ve Özgür Suriye Ordusu’na bağlı ancak etkisi zayıf olan Burkan el Fırat PYD rejimin Suriye’de daha da zayıfladığını gördüğü ve üzerindeki IŞİD baskısının azaldığını hissettiği anda rejim güçlerini Haseke ve Kamışlı’dan çıkarma konusunda çok büyük sıkıntı yaşamayacaktır.
PYD’nin kısa ve orta vadede “ortak yönetim” söylemi ile Arap ve Türkmenlerin desteğini almaya çalıştığı ancak uzun vadede bölgede homojen bir demografik yapı oluşturma hedefi güttüğü söylenebilir.
Bu noktada vurgulanması gereken bir konu Kürtlerin, Tel Abyad’da ve daha genelde Türkiye sınırı boyunca yaşayan Arapların Baas rejimi tarafından sonradan göç ettirildiği yönündeki argümanıdır.
Kürtler bu bölgelerdeki Arap nüfusun yerli olmadığını ve gitmeleri gerektiğini iddia etmektedir. Gerçekten de 1965 yılında kararı alınan ve 1975 yılında Baas rejimi tarafından uygulanan “Arap Kemeri” politikası ile Irak ve Türkiye sınırına Araplar yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu plan Suriye ile Irak-Türkiye Kürtleri arasında bir kordon oluşturmayı amaçlamaktaydı.
Buna karşın söz konusu plan sadece Haseke vilayeti sınırları içinde yer alan Ras el Ayn (Serikaniye) ile Til Koçer arasında kalan bölgede uygulanmıştır. Ayn el Arap (Kobane) ve Afrin bölgelerinde ve zaten Kürt nüfusun azınlık olduğu Rakka’da uygulanmamıştır.
Tel Abyad ise tarihsel olarak zaten Arap kökenlidir ve bunun en açık göstergesi yerleşimin Türkiye tarafında yer alan Akçakale’de de yoğunluklu Arap nüfusun yaşıyor olmasıdır. Türkmenler ise çok eski zamanlarda, 16. Yüzyılda Anadolu’dan göç etmiştir.
Haseke’ye 1970’li yıllarda göç eden Araplara karşılık aynı bölgedeki önemli bir kısım Kürt kökenli Suriyeli de yerli değildir. Suriye rejiminin vatandaşlık vermediği Kürtler olarak bilinen ve sayıları 200 bini bulan Kürt kökenli Suriyeli Haseke’ye 1930’lu yıllarda Irak ve Türkiye’den göç etmiştir.
Bu noktada önemli olan sonradan göç etme argümanından ziyade bundan hareketle toplulukların zorunlu göçe tabi tutturulmasının hiçbir hukuki ve insani dayanağının olmadığıdır.
Bu argümanın dile getirilmesi ve buna dayanarak Kürtlerin dışındaki halkların zorunlu göçe tabi tutulması farklı bölgelerde yaşanacak etnik temizlik hareketlerinin önünün açılması riskini beraberinde getirecektir
[email protected]