Köşe Yazısı Güncelleme Tarihi: 26 Nis 2016 11:48

Kürt kuşağı ve Türkiye

Kürt kuşağı ve Türkiye
Kendi  içindeki  çelişkiler ve çatışma riskine rağmen büyük resme bakıldığında ortaya çıkan sonuç Irak Kürt Bölgesi’nin İran sınırından başlayarak  batıya  doğru  bir  kuşak halinde Akdeniz sınırlarına  dayanmış  bir  Kürt bölgesinin ortaya çıktığıdır.

Coğrafi açıdan bakıldığında Akdeniz’e  açılan  bütüncül  Kürt bölgesinin önünde Suriye’de  Kobane  ve  Afrin kantonları arasında kalan ve büyük kısmı IŞİD  tarafından  kontrol  edilen  hat ile Afrin’den sonra bir kısmı Suriyeli  muhalifler ve  kalan kısmı rejimin kontrolü altındaki Lazkiye’ye  bağlı Bayır-Bucak bölgesi kalmaktadır.

Türkiye’nin doğrudan askeri dahli  olmaması  durumunda  IŞİD’e   karşı  ABD desteğini alan Kürtlerin Afrin-Kobane arasını da ele geçirmesi yüksek olasılıktır. Türkiye açısından bakıldığında Irak ve Suriye’deki  Kürt bölgeleri açısından iki farklı yaklaşım ve algının olduğu söylenebilir.

Irak’ta bağımsızlık ilan etmediği sürece Bağdat’tan olabildiğince bağımsız hareket eden bir Kürt bölgesi fırsat olarak görülmektedir. Bağdat’ın giderek  artan  oranda  İran  kontrolüne  geçmesi,  mezhepsel  bölünmenin  bir  daha onarılamayacak şekilde derinleşmesi ve Kürt  yönetimi ile sürdürülen enerji işbirliği bunun nedenleri olarak sıralanabilir.

Suriye’de  ise aynı fırsat algısının olmadığı açıktır. Suriye’de Kürt kuşağı ile ilgili iki temel sorunun olduğu söylenebilir. Birincisi  söz  konusu  bölgenin  karşılıklı güven bunalımının yaşandığı ve  tehdit algılamasına dayalı ilişki içinde olunan bir aktör olan PYD/PKK  tarafından kontrol ediliyor olması.

Bu durumun sınır güvenliği ile ilgili yarattığı kaygının ötesinde Türkiye’nin birincil meselesi olan çözüm süreci bağlamında elini zayıflatacağı kaygısı yaygındır. İkinci ve en az bunun kadar önemli neden Kürt kuşağının arada kalan cepleri de kapsayacak şekilde genişlemesi durumunda Türkiye’nin  Arap  Dünyası  ile  coğrafi  bağlantısının kesilecek olmasıdır.

Bu  durumda  Türkiye, Suriye ve genel anlamda Ortadoğu’ya açılımını PYD/PKK üzerinden yapmak durumunda kalacaktır. Türkiye’nin  Suriye’nin  kuzeyinde  güvenli bölge oluşturmak üzere askeri müdahalede bulunması olasılığını PKK kontrolünde Kürt bölgesi kaygısı kadar Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Türkiye’nin Halep ile bağlantının kesilmesine asla müsaade etmeyiz” açıklaması doğrultusunda değerlendirmek gerekmektedir.

Kuzey Suriye’de yaşananlar Türkiye açısından  bir  dış  politika  meselesi  olmaktan  öte doğrudan iç güvenliği, toprak  ve siyasal bütünlüğü ile ilgilidir. Bu açıdan bakıldığında Kuzey Suriye’deki gelişmeler Türkiye’nin en önemli meselesi olan çözüm süreci bağlamında önem kazanmaktadır.

PYD/PKK’nın önceliği Suriye’nin kuzeyinde siyasi statü sahibi olunmasıdır. Suriye’deki mücadele PKK’ya birçok açıdan açılım sağlamaktadır. IŞİD’e karşı mücadele üzerinden uluslararası alanda meşruiyet kazanırken bölgesel düzeyde Kürt milliyetçiliğinin bayraktarlığını  üstlenme  imkanı elde etmektedir.

Özgüveni artmış, askeri  olarak güçlenmiş, kalıcı bölge kontrolü sağlamış, bölgesel düzeyde  Kürtler  arasında  çekim merkezi olma yolunda ilerleyen örgütün kendini bu denli güçlü hissettiği bir ortamda siyasi müzakereye yanaşması zorlaşacaktır. Ya da ancak kendi maksimalist talepleri üzerinden bir barışa razı olacaktır.

Suriye Kürtleri  Mart 2011  tarihinde  başlayan  halk  ayaklanması ve sonrasında iç savaşta “üçüncü yol” olarak ifade ettikleri bir pozisyon aldı. Buna göre yaşanan çatışmalar Araplar arası ve sekteryan  bir  mücadele  idi  ve  Kürtler  bu  çatışmaya doğrudan müdahil olmamalıydı.

Ancak bu tutum Hıristiyanlar ve Dürziler gibi diğer Suriyeli azınlık gruplarının aldığı pasif bir tarafsızlık değildi. Suriye’de iç savaşın derinleşeceği ve zaman içinde merkezi otoritenin zayıflayacağı öngörüsünden hareketle Kürt nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerde kendi idari, siyasi, ekonomik, kültürel ve güvenlik altyapılarını oluşturmaya başladılar.

Kürtlerin diğer gruplara göre en büyük  avantajı  tek bir siyasi hareket (PYD) ve ona bağlı askeri güç (Halk Savunma Birlikleri – YPG)tarafından yönlendiriliyor olmaları idi. Esasen  Suriye  Kürt  siyasi  sahnesi çok parçalı olsa da PYD sahip olduğu silahlı güç vasıtası ile diğer tüm Kürt hareketlerini bastırma imkanına sahipti.

Ayrıca halk ayaklanmasının iç savaşa dönmesi, IŞİD tehdidinin ortaya çıkması gibi nedenlerle siyasi süreçlerden ziyade güvenlik  ihtiyaçları ön plana çıktı. Bu da Suriye Kürtlerinin PYD ve YPG etrafında seferber olmasını sağladı. Kürtler dar çıkarlarına odaklanarak iç savaşta pragmatik bir yol izledi ve gerektiğinde her aktörle işbirliği yaparak çıkarlarını maksimize etmeye çabaladı.

Bu çerçevede rejim ile kurmuş olduğu özel ilişki Kürt nüfusun yaşadığı bölgelerde  önünün  açılmasına  hizmet  etti. Suriye  rejimine  bağlı güçler  2012  yılının Temmuz ayında Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bazı  yerleşimlerden  çekildi. Böylece YPG  hiçbir  çatışmaya girmeden Kürt nüfusun yoğun yaşadığı yerlerde kontrolü ele geçirmiş oldu.

Rejimin bu hamlesinin arkasında  birkaç  faktör  etkili  olmuştu. Bunlar arasında; güçlerini  batı ve orta cephelere  kaydırma  ihtiyacı, çekildiği Kürtler Suriye iç savaşında çatışmaya dahil olmadan kendilerine ait istikrarlı  bir  bölge  oluşturmaya  odaklandı. Zaman  içinde  hem  kontrol ettikleri bölgeleri genişlettiler hem de altyapılarını güçlendirmeye çabaladılar.

Yerleri muhaliflere teslim etmektense  PYD’ye “emanet etme” arayışı, Türkiye’yi  Suriye  politikası  nedeniyle  cezalandırma  arzusu  sayılabilir. Kürtler bu süreçte çatışmaya dahil olmadan kendilerine  ait  istikrarlı  bir  bölge oluşturmaya odaklandı. Zaman içinde hem kontrol ettikleri bölgeleri genişlettiler hem de altyapılarını güçlendirmeye çabaladılar.

Nihayetinde  PYD  liderliğindeki  Kürtler  2013 yılının Kasım ayında Kurucu Meclis ilan etmiş ve PKK’nın öne sürdüğü “demokratik özerklik” modelini Suriye’de kontrolleri altındaki bölgelerde  fiilen  uygulamaya  başladılar.

Bu  sürecin devamı olarak 2014  yılının  Ocak  ayında  sırasıyla  kuzey  Suriye’nin doğusunda Cezire, ortasında Kobane ve batısında da Afrin “kantonları” ilan edilmiştir.

Suriye  Kürtleri  açısından  en  büyük  zorluk ilan edilen üç bölge arasında coğrafi bağlantının ve  ögelerin kendi içinde homojen bir  nüfus  yapısının  olmamasıdır. Bu nedenle kantonlar içinde demografik gerçekleri göz önüne alan bir yönetim tarzı benimsenmeye çalışıldığı görüntüsü verilmiştir.

Yönetimde, silahlı birimlerde Araplar ve Süryanilere yer verilmiştir. Coğrafi kopukluk sorununa yönelik olarak Kobane-Cezire  kantonlarını  birleştirmek  için  Tel Abyad,  Kobane-Afrin  kantonlarını birleştirmek için Azaz stratejik askeri hedefler olarak belirlenmiştir.

Ancak Kürtler açısından bir diğer zorluk bağlantıyı sağlayacak ara bölgelerde Kürtlerin azınlık, buna karşın Araplar ve Türkmenlerin çoğunlukta yaşıyor olmasıdır. Üç gelişme PYD/YPG’nin söz konusu zorlukları  aşması ve şartların olgunlaşması için fırsat sunmuştur.

Birincisi  Haziran  2014  sonrasında  IŞİD’in  Musul’u  ele geçirerek geniş bir coğrafyada “hilafet devleti”ilan etmesidir. İkinci gelişme yükselen  terör  tehdidine  karşı  ABD  öncülüğünde çok sayıda ülkenin katılımı ile IŞİD’e mücadele  koalisyonunun  oluşturulmasıdır.

IŞİD’le- Mücadele  stratejisinin  özü  Koalisyon güçlerinin havadan askeri destek  vermesi  ve  yereldeki  silahlı  unsurların IŞİD’e karşı ilerlemesine dayanmaktaydı. Üçüncü  gelişme  ise  Musul’u ele geçirerek güçlenen IŞİD’in  Kobane’ye  yönelmesi  oldu. ABD ilk aşamada Kobane’nin  IŞİD ile mücadele  açısından  stratejik öneme sahip olmadığını  açıklamıştı.

Ancak  kısa  bir  süre  sonra  Koalisyon güçlerinin Suriye’de IŞİD’e yönelik gerçekleştirdiği saldırıların büyük çoğunluğu IŞİD’in  Kobane  kuşatmasını kırmak ve YPG’ye destek olmak için verildi.

Kobane’de IŞİD kuşatmasının kırıldığı Ocak 2015 ayı sonuna kadar Suriye’de gerçekleşen Koalisyon hava saldırılarının yaklaşık %70’i Kobane’deki  IŞİD  hedeflerine  yönelik  gerçekleşmiştir. Hava desteği ile yerde sağlanan başarı ABD’yi  IŞİD’e  karşı  mücadelenin  Suriye ayağında YPG’ye daha fazla destek olma konusunda teşvik etmiştir.

ABD-YPG  ortaklığının  bir  sonraki  ayağını  Tel Abyad oluşturmuştur. Mayıs 2015 ayı  ortalarında  başlayan koordineli operasyonlar  neticesinde  önce  Tel Abyad   kuşatılmış  ve  yerleşim ciddi  bir  direnç  ile karşılaşmadan YPG ve Özgür Suriye Ordusu’na bağlı ancak etkisi zayıf olan Burkan el Fırat PYD rejimin Suriye’de daha da zayıfladığını  gördüğü ve  üzerindeki  IŞİD  baskısının azaldığını hissettiği  anda rejim güçlerini Haseke ve Kamışlı’dan çıkarma konusunda çok büyük sıkıntı yaşamayacaktır.

PYD’nin kısa ve orta vadede “ortak yönetim” söylemi ile Arap ve Türkmenlerin desteğini almaya çalıştığı ancak uzun vadede bölgede homojen  bir  demografik  yapı  oluşturma  hedefi güttüğü söylenebilir.

Bu noktada vurgulanması gereken bir konu Kürtlerin, Tel Abyad’da ve daha genelde Türkiye sınırı boyunca yaşayan Arapların Baas rejimi tarafından sonradan göç ettirildiği yönündeki argümanıdır.

Kürtler  bu  bölgelerdeki  Arap  nüfusun  yerli  olmadığını ve gitmeleri gerektiğini iddia etmektedir. Gerçekten de 1965 yılında kararı alınan ve 1975 yılında Baas rejimi tarafından uygulanan “Arap Kemeri” politikası ile Irak ve Türkiye  sınırına  Araplar  yerleştirilmeye  çalışılmıştır. Bu plan Suriye ile Irak-Türkiye Kürtleri arasında bir kordon oluşturmayı amaçlamaktaydı.

Buna karşın söz konusu plan sadece Haseke vilayeti sınırları içinde yer alan Ras el Ayn (Serikaniye) ile Til Koçer arasında kalan bölgede uygulanmıştır. Ayn el Arap (Kobane) ve Afrin bölgelerinde ve zaten Kürt nüfusun azınlık olduğu Rakka’da uygulanmamıştır.

Tel Abyad ise tarihsel olarak zaten Arap kökenlidir ve bunun en açık göstergesi yerleşimin Türkiye tarafında yer alan Akçakale’de de yoğunluklu Arap nüfusun yaşıyor olmasıdır. Türkmenler ise çok eski zamanlarda, 16. Yüzyılda Anadolu’dan göç etmiştir.

Haseke’ye 1970’li yıllarda göç eden Araplara karşılık aynı bölgedeki önemli  bir  kısım  Kürt kökenli Suriyeli de yerli değildir. Suriye rejiminin  vatandaşlık vermediği Kürtler olarak bilinen ve sayıları 200 bini bulan Kürt kökenli Suriyeli Haseke’ye 1930’lu yıllarda Irak ve Türkiye’den göç etmiştir.

Bu noktada önemli olan sonradan göç etme argümanından   ziyade   bundan   hareketle   toplulukların  zorunlu  göçe tabi  tutturulmasının  hiçbir  hukuki ve insani dayanağının olmadığıdır.

Bu argümanın dile getirilmesi ve buna dayanarak Kürtlerin dışındaki halkların zorunlu göçe tabi tutulması farklı bölgelerde yaşanacak etnik temizlik hareketlerinin önünün açılması riskini beraberinde getirecektir

[email protected]
 

Ekleme Tarihi: 26 Nis 2016 11:48