Bu yazı biraz sabrınızı zorlasa da benim açımdan"Tarihe düşülen not"tur. Bir kitap için hazırlamış olduğum yazıydı kısmet değilmiş, aksilikler çıktı. Dosyahaber'de yer vermek istedim.Yaşadıklarım kayda geçsin!
Tarihe not: Milletin iradesi ve geleceği için sokaklardaydım
15 Temmuz akşama doğru içimde bir huzursuzluk hakimdi. Defalarca bir arada bulunduğum, sohbetlerinden zevk aldığım İzdiham’dan Bülent, Çağrı, Adem ile yine beraberdik. Lakin içtiğim çayların tadında bile gariplik hissediyordum. Yerimde duramıyordun. Gitmeye karar verdim. Ayaklandım, kalmam konusunda ısrarcı olsalar da içimdeki sıkıntının baskın geldiğini ve duramayacağımı anlatınca vedalaştık.
Yolda bir başka arkadaşımın “mutlaka gelmem gerektiğini söyleyen” ısrarlı telefonları üzerine yönümü Bostancı istikametine çevirdim.
Emrivaki yapılarak gittiğim mekanlarda bulunanlara genelde sevecen gözlerle bakamam. Sohbetleri de hiçbir zaman dikkatimi çekmemiştir. Ama bazen dost hatırı olunca bazı şeylere katlanmak gerekiyor.
Bulundukları yere vardığımda 8-10 kişilik bir grup bir araya gelmiş, dağılmadan önce son ritüellerini gerçekleştiriyorlardı. Ortamdan çok hoşlanmadım ama vedaya kadar bir 20 dakika bekleyeceğimi öngörüyordum.
Bir “modern zaman alışkanlığı” olarak akıllı telefonlar ellerinden düşmüyordu. İlk kez tankların köprüye çıktığı haberini orada duydum.
Ve duyduğumda -benim gibi düşündüğüne inandığım milyonlarca insan gibi- darbe olduğuna ihtimal bile vermiyordum. Olsa olsa büyük bir terör girişimi ya da çok sayıda bombalı aracın Boğaz Köprüsü’nün güvenliğini tehdit etmiş olabileceğini tahmin ediyordum. Fakat “tankları köprüye çıkacak kadar büyük bir tehlike”nin düşüncesi bile beni fazlasıyla ürkütmüştü.
Kalabalığa gazeteci diye takdim edildiğimden gerçek havadisi benden bekliyorlardı. Oysa ki trafik nedeniyle ne radyo dinlemiş ne de internette ya da sosyal medyada olanlara göz atabilmiştim. Cep telefonumdan güvendiğim kaynakları kurcalamaya başladım. Üzerine birkaç telefon geldi. Haberlere rağmen yaşananlara inanamıyordum. Kalabalığın sohbeti bir anda “darbe girişimine” döndü.
“Darbe ihtimalinin imkansız bulduğumu, hayalperest bir girişim olduğunu darbeye kalkışsalar da yapamayacaklarını iddia ettim.
Bana gelen itirazlardan anladığım kalabalığın geneli iktidar muhalifi kimselerden oluşuyordu ve inanılmaz bir biçimde darbeyi savunuyorlardı. Darbenin bile iyi olabileceğine inanacak kadar gerçeklere gözlerini ve kulaklarını kapatmışlardı. İçlerinden bazıları ise bunun bir komplo, hükümet tarafından uydurulmuş, Başkanlık yolunu açacak bir oyun olduğunu öne sürüyordu.
İçlerinden bir tanesi mevcut iktidarı kastederek “14 yıllık sayfa kapandı, bu iş bitmiştir” diyerek alaycı bir kahkaha attı ve eve gitmek üzere ayaklandı. O an içimde adını bile bilmediğin o şahsa nefret duygusunu yoğun biçimde hissettiğimi hatırlıyorum.
Beni kızdıran, sözü söyleyen kişinin hükümete muhalif olması değildi, beni kızdıran Türkiye toprakları üzerinde yaşayanların darbeden göreceği zarardan çok “darbenin salt siyasi iktidarı yok edeceğine inanacak kadar” gözlerinin kapalı, dimağlarının sığ olmasıydı.
Grupta bulunanlardan biri önce “darbe olduysa oldu, oturun yapacak bir şey yok” dedi. Kalabalık yine de huzursuzdu. Yerlerinde duramadılar ve evlerine gitmek için organize oldular. Ben de gelmem için emrivaki yapan arkadaşım ile araca bindim ve yola çıktım.
Gün boyu içimde yer eden sıkıntıyı bu yaşananlara yordum. Bir taraftan aracımı eve doğru sürüyor diğer taraftan sokaklarda caddelerde olan biteni gözlemliyordum.
Bağdat Caddesi’nden geçiyorduk, saat sanırım akşam 10.30 sularıydı. Benzinliklerde araçlar kuyruk oluşturmuşlardı. Marketler stok yapmak için alışveriş yapanlarla doluydu. Bankamatiklerin önünde insanlar paralarını kurtarmanın peşine düşmüşlerdi.
Darbede insanların nasıl refleks verdikleri ile ilk defa tanışıyordum. Memleket yangın yeriyken paralarının derdine düşen insanlara karşı küfürler savurduğumu hatırlıyorum.
Kulağım radyodaydı, aşırı derecede sinirliydim. Bomboş yollarda son derece süratli bir biçimde gidiyordum. Kızıltoprak’ı geçtikten sonra gördüklerim biraz daha farklılaşmaya başladı.
Belediyeye ait çöp kamyonlarını, ağır vasıtaları, kepçeleri bağlantı yolları üzerine park edilmiş görüyordum. Önce ‘darbe nedeniyle kaçmış olabilir mi?’ diye geçirdim içimden. Sonra araçların yol üzerine muntazaman çekilmesine dikkat edip maksatlarını anlamam zor olmadı.
Türkiye’de 1980 darbesi gerçekleştiğinde dünyada olsam da yaşım itibariyle neler olup bittiğini kavrayacak yaşta değildim. Darbenin ne demek olduğunu yıllar sonra kitaplardan öğrenmiştim.
Oysa o akşam daha ilk işaretlerini görmeye başladığımda içimi büyük bir öfke kaplamıştı. Darbenin ilk hedefinin özgür iradem olduğunu, hissettirdiği ilk duygunun ise korku değil öfke olduğunu o akşam öğrenmiştim.
Ve özgür irademe kastedildiğinde öfke duyuyorsam gereğini yapmam gerekirdi. Sadece hislerim değil, mesleğimin de beni sokaklarda yaşananlara şahit olmam için beni çağırıyorlardı.
Yanımdaki arkadaşımı -aynı zamanda komşumu- eve bırakıp aracım ile tankların indiği meydanlara gitmeyi düşündüm. Ama mahalleme geldiğimde Üsküdar’ın merkezine inen yola yüklü bir hafriyat TIR’ının park edildiğini gördüm.
Arabayı alelacele park ettim, eve uğrayıp, tamamen siyah kıyafetlerimi giydim bir de altına spor ayakkabısı. Neden bu rengi tercih ettiğimi hatırlamıyorum ama “bir yasa başsağlığı vermeye” gider gibi hazırlanmıştım ya da meydanlarda mücadele kararımı verdiğim gibi giysilerimin de net olmasını istedim.
Elbiselerimi değiştirmek için evde bulunduğum sürede televizyonu açıp son gelişmeleri öğrenmek istemiştim. Televizyonda sürekli canlı bağlantılar yapılıyor, Boğaz köprülerinden, Ankara’dan haberler geçiyordu. Hazırlanırken kulağım anlatılanlardaydı ama içimde bir de burukluk oluştu.
Tarihi bir ana tanıklık ediyordum. İşsiz bir gazeteci olarak elimden gelen sadece -meslek reflekslerimi kaybetmemek adına kurduğum- internet sitem Dosyahaber.com’a darbe girişimi ile ilgili haberler girmekti.
Birkaç dakikada güncelleme işini bitirip, “Halkın özgür iradesi üzerine ipotek koyan hiçbir gücü tanımıyorum” yazarak Dosyahaber’in manşetine koyduğumu ve Dosyahaber okurlarını meydanlara davet ettiğimi hatırlıyorum. Bir taraftan gözüm sosyal medyadaydı. TRT’de darbe bildirisinin okunduğunu yazıyorlardı, anında kanalı çevirdim. Evet doğruydu TRT’den hiç bu kadar nefret ettiğimi hatırlamıyorum. Bildiriyi zorla okuyan Tijen Karaş’ı ne okurken ne de darbe sonrası açıklamalarda hiç ama hiç samimi bulmadım. “Yurtta Sulh Konseyi” (o gece nefretimi doruğa çıkaran isimlerden biriydi), bildiri biter bitmez CNNTürk’ü açtım.
Sadece vatandaş değil aynı zamanda bir gazeteci olarak da meydanlar beni bekliyordu.
Televizyonu açık ve yüksek seste bıraktım. Telefonumu yanıma alıp evime, arkada bıraktıklarıma son bir bakış attım. Evden çıkmak üzereyken valide hanım aradı, merak ettiğini ve nasıl olduğumu sordu. Anneme meydanlara inmek üzere evden çıktığımı söyledim. Annem sadece kendine dikkat et demekle yetindi. Annem “gitme” demedi, demezdi de, biliyordu ki vatan yoksa evlat sevgisi de ana sevgisi de olmazdı. Helallik istedim kapattım.
Telefonla konuşurken, Başbakan’ın açıklamalarını duyuyordum. Yaşananların TSK tarafından desteklenmediğini bir grup askerin gerçekleştirdiği bu kalkışmanın şiddetle bastırılacağını söylüyordu. Darbecilere yönelik içimdeki öfke gittikçe artıyordu. Bu hain darbe girişimi halkın özgür iradesinin şiddetiyle bastırılmalıydı.
Artık tüm hazırlıklarım tamamdı. Meydanlara inerken yanımda olması gerektiğine inandığım iki arkadaşımı aradım. Biri çocuğunun yalnız olduğunu ve bırakıp inemeyeceğini söyledi. İnme kararımın haklı olduğunu da söyledi. Diğeri için ise inmeye gerek yoktu çünkü çok riskliydi.
Tam evden çıkmak üzereyken bu kez de Erdoğan’ın canlı yayına bağlandığını duydum. Tarihi “sokaklara inin” çağrısını yaptığında kapımı çoktan kilitlemiştim.
Mahallemden Üsküdar’a inerken yine aynı hafriyat yüklü kamyonu yeniden gördüm. Yollarda tek bir araç bile yoktu. Mümkün olduğu kadar seri hareket ediyordum. Çünkü sokaklarda beni neyin beklediğini, darbeci hainlerin nereleri tuttuğunu bilmiyordum. Kafamda darbeci askerlerin karşıma çıkmaları durumunda hangi güzergahtan meydanlara inebileceğimin hesabını yapıyordum. 50 metre kadar ilerledikten sonra, ara sokaklardan sesler duymaya başladım. Birileri “sokaklara çıkın evlerinizde oturmayın” diye bağırıyor, biraz uzağında yine küçük bir kalabalık, tekbir getiriyor, “ya Allah bismillah Allahuekber” diye sokakları inletiyordu.
Bir 10 metre kadar ilerledikten sonra başka bir kalabalığa daha rast geldim. Elleri ile “bozkurt” işareti yapan bir grup, sokak aralarından çıkıyor ve milleti meydana davet ediyordu.
Beni endişelendiren bir konu daha vardı. Darbe karşıtları gibi darbe taraftarları da sahaya indiyse bir iç savaş kaçınılmazdı. Neyse ki grupların ikisi de darbe karşıtı sloganlar atıyorlardı.
İçinde bulunduğum hissiyatın yoğunluğu ile gördüğüm kalabalık cılızlığı beni önce bir miktar umutsuzluğa sevk etti. “Bu kadar insan mı!” diye üzüldüğümü hatırlıyorum.
Üsküdar’a inerken yolum üzerindeki en önemli ve büyük kamu binası olan Kaymakamlığa yaklaştığımda durumun sakin olduğunu gördüm. Yol üzerine bu kez Zabıta araçlarını yolu kapatacak biçimde koymuşlardı.
Biraz daha adımlarımı hızlandırdım. Eski belediye binasına yaklaştıkça, genç yaşlı meydanlara yürüyen az sayıdaki insan biraz daha umutlanmama sebep oldu.
Zamanı gelmişti. En yaygın sosyal ağlardan birinin “Canlı Yayın” özelliğini kullanarak, listemde olanlara gazetecilik refleksi ile meydanlarda olan biteni anlatacak ve görüntüleri anında aktaracaktım.
Üsküdar merkeze yaklaştıkça uzaktan meydandaki çeşmenin etrafının boş olduğunu gördüğümde biraz şaşkınlık yaşadım. Sonra sesler geldi Fıstıkağacı’na çıkan yola yöneldim.
Karşılaştığım tablo şok etkisi yaptı. Yolun girişinde önü kesilen ilk sıradaki tankı gördüğümde kendimi ikinci dünya savaşını anlatan bir savaş filminin içindeymiş gibi hissettim.
Çünkü tank öylesine büyük öylesine devasaydı ki, şehir merkezine ancak düşman işgalinde görülebilirdi.
Telefonum açık ve canlı yayına devam ediyor, sosyal hesaptan takip edenler için arada anons yapıyordum. Tankların önünde siper olmak, çıkmak için kalabalığı yardım. İlk tankın üzerinde çok kişinin çıktığını ve slogan attığını gördüm. Sokak lambaları yanıyor ama yeterince aydınlatmıyordu.
Sadece bekleyen birkaç tank olduğunu düşünmüştüm ve gözlerim askeri piyade birliğini arıyordu. Tankın palet tarafına geçtiğimde arka kısma doğru tank konvoyu vardı ve yanlış saymadıysam tam 10 askeri araç peşpeşe konuşlanmıştı.
Video kayıtları kaybolmasın diye durdurup yükletip yeniden anons ile başlatıyor bir sonraki tanka gidiyordum. İkinci tank da ilki kadar kalabalıktı. Ama üçüncü tanka geldiğimde diğerlerinin bomboş olduğunu gördüm.
Tankların arasında dolaşmaya ve görüntüleri almaya devam ediyordum. Dördüncü sırada birliği komuta eden “land” marka cipte tank birliğinin komutanları vardı. Moralleri bozulmuş biçimde, camlar tamamen kapalı etraftaki kalabalığın kendilerini ikna çabalarına gözleri tek noktaya odaklanmış yüzlerindeki kibir ile sessiz kalıyorlardı. Sözde ‘kudretli paşaların askerleri’ etrafındaki kalabalıkları yok sayıyorlardı.
Kalabalık gittikçe büyüyordu. Tankların tepelerine çıkan vatandaşlardan biri tankın üzerindeki diğer kalabalığa seslenip, “Antenleri sökün” diye bağırıyordu. Tankların telsiz antenleri sökülüp tek elde toplandı. Antenleri sökmelerinin nedeni emirlerin telsiz ile tanklara ulaşmasına engel olmaktı.
Tankların egzoslarından çıkan sesler geceye adeta sis gibi çöküyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde tankların tepesinde olanların da içindekilerin de gerginliği artıyordu.
Meydan gittikçe kalabalıklaşıyor, kadınlar, gençler, yaşlılar tankların etrafında etten duvar örüyorlardı. Birinci tanktan son tanka kadar bir aşağı bir yukarı olanlara yakından şahit olmak ve görüntülerini çekmek için koşturuyordum.
Arkada sıradaki tanklardan biri etrafındaki kalabalığa rağmen manevra yapmaya kalktı. Olduğu yerde devasa tankların dönüşü kolay değildi. Her hareketinde tepesindekiler dengelerini kaybediyor, etraftakiler ezilme tehlikesi yaşıyordu. İnsanlardan bir kısmı tankın geri döneceğini düşünerek manevra yapmasına yardımcı oluyorlardı.
İçlerinden biri bağırdı, “manevrasına izin vermeyin, Çevik Kuvvet’in oraya gidecek” bunun üzerine kalabalık yeniden tankların paletlerine yapıştı, tank eski pozisyonuna dönerken bir anda paletin ayağımı sıyırdığını hissettim. Ufak bir izdi.
Kalabalığın tankın içindekileri ikna çabaları sürüyordu. Birinci sıralarda bulunan bazı tankların kapaklarının açıldığını gördüm. Üzerindeki askerlerle pazarlık başlamıştı. Kalabalığın bin bir türlü ruh hali vardı. Sinirinden askerlere sataşanlar, ikna için dil dökenleri kalabalığı sakinleştirmeye çalışanlar..
Bir ara kalabalığın içerisinden birinin elinde pet su şişeleri ile geldiğini ve askerlere su ikram ettiğini gördüm. Tankların kapaklarını açan askerlerden her biri tankın üzerindekilere laf anlatmaya çalışıyordu.
Tankların hareket etmemesi için her şey yapıldı. Tanklar kadar etraftaki kalabalığa da dikkat etmeye çalışıyordum. 30’lu yaşlarda genç bir adam ve yanında nur yüzlü şeker mi şeker 70’lik bir nine zor yürüyor. “Hoşgeldin, ayaklarına sağlık” dedim. Televizyonlarda sürekli sorulan izleyicinin saçma olarak bulduğu aslında muhataba niyetini dille söylemesini gerektiren bir soruyla “Ne işin var burada uyku saatinde” diyerek latifede bulundum. “Hoşbulduk yavrum tanklara siper olmaya geldim” dedi. “Helal olsun sana Allah ömrüne ömür katsın” dedim.
Bir ara tankın tepesine çıkmış elinde ekmek bıçağı olan bir genci fark ettim. Tankın üzerindeki kalabalığın duyacağı şekilde “elinde bıçak var” diye bağırdım. Benim gibi fark edenler de aynı tepkiyi verince, tankın tepesindeki o genç korktu ve bıçağı yere attı. O bıçak anında sağ duyulu bir vatandaş tarafından alınarak açık olan dükkanlardan birine teslim edildi.
Tankların arasında gezerken bir gencin elinde cep telefonu ile tankların önünde yer alan bir nevi plaka işlevi gören rakamların fotoğrafını çektiğini gördüm. Her tankın ön kısmında yere bakan bölümünde küçük ebatlı numaralar vardı. Belli ki darbe girişimine katılan tankların kimler tarafından kullanıldığını tarihe not düşmek istiyordu.
Tanklar henüz susmamıştı, arka sıralardaki tankların da kalabalık arttıkça tepesine çıkanları artmıştı. Bir ara arkadaki tanklara yöneldiğimde beyaz bir Hyundai marka araçtan tamamen siyah takım elbiseli, vücut yapılarından ve boylarından istihbaratçı olduklarını tahmin ettiğim dört genç indi ve kalabalığın arasında ayrı yönlere giderek gözden kayboldu. Bir daha da görünmediler.
Zihnim birçok öngörüde bulunuyordu, “MİT’çi de olabilirler, askerlere yeni emir de getiriyor olabilirler” diye geçirdim içimden. Ön sıralara gittiğimde tankların dışında olan bitene daha fazla dikkat edebiliyordum. İki itfaiye aracı tankların önüne park etmişti. Birinin önünde sarı dolmuş vardı. Ve en önde de çöp tenekeleri yerleştirilmişti.
Bir ara itfaiye aracının kapı basamağına çıkan sonradan imam olduğunu öğrendiğim bir şahıs, uzun bekleyişlerine rağmen susmayan tanklara öfkelenmiş kalabalığa sesleniyordu. Konuşma itfaiyenin ses sisteminden veriliyordu. Konuşması sakin ve sükunet çağrıları ile başladı imamın konuşması, birkaç dakikadan sonra “Yahudiler, Siyonizm” kelimeleri ile buluştuğunda kendisi de öfkesine hakim olamadı. Etraftan imamı da sakinleştirme çabaları sürüyordu.
Minarelerde peşpeşe selalar okunuyor, en kötü sesli imam/müezzinin sesi bile “milleti geleceğini kurtarmaya çağırırken” name gibi geliyordu. Bu zamana kadar selaları Cuma ezanı öncesi cenazelerde duymaya alışıktım. İlk kez şahit olduğum direnişe çağıran bu selalar için “Allah’ım bu selalar milletin iradesinin ölümüne haberci olmasın” diye içimden dua ediyordum.
Halkın bütün iyi niyeti ve çabasına rağmen tanklar susmayınca, bir grup kalabalığın tşörtlerini çıkarıp tankların egzozlarına teptiklerini gördüm. Dizel motorların susması için düşünülmüştü. Bu yöntemin tanklarda başarılı olacağına pek ihtimal vermemiştim. Birinci sıradaki tankın depo kapağı açılmış, mazot yola kalabalığın ayağının altına akmıştı. Tankın yakıtı motorin, benzin gibi hemen tutuşmasa da öfkeli kalabalığın elinden düşecek bir sigara yeni bir tehlikeyi tetikleyebilirdi.
Tanklar egzozuna konulan tşörtlerden mi yoksa emirin gelmesi ile mi sustu bilmiyorum. Ama motorları durdurduklarında bir alkış tufanı koptu. Saatlerce süren etten duvarın direnişi ilk zaferini kazanmıştı. Yaşananlara şahit olurken ve sosyal medyadan yayınlarken telefonun azizliğine uğradım. Şarj etmek için 24 saat açık olduğunu bildiğim bir lokantanın yolunu tuttum. Yanıma şarj aletini almadığım için söylendim durdum. Lokanta çalışanlarından ve içerideki vatandaşlardan şarj sordum. Bir müşterinin şarj ettiğini gördüm ve yüzsüzlük yapıp istedim. 5 dakika şarj etmeme izin vermişti. Küçük kebapçıda televizyon açıktı ve altyazı geçiyordu “Darbecilere ait helikopter düşürüldü” Halkı sokaklarda mücadele eden milletin ordusu hava hakimiyetini sağlamaya çalışıyordu. Siyasilerin konuşmaları ardı arkasına veriliyordu.
Lokantaya girip çıkan vatandaşların çeşitli talepleri oluyor, hemen hepsine “kalmadı ya da yok” cevabı veriliyordu. Vatandaşların kendi aralarındaki konuşmasını dinliyor bir taraftan da telefonu şarj ediyordum. Gencin biri heyecanlı heyecanlı anlatıyordu: “Selamsızda tankı süren asker panik yapınca bir evin duvarını yıkmış... Sakarya’da tankı ele geçiren vatandaşlar götürüp birliğe park etmiş..” Havadislerin her biri teyide muhtaçtı ama içinde bir zafer kazanmış olmanın sevinci vardı.
Telefonu bir süre şarj ettikten sonra yeniden tankların olduğu yere döndüm. Pek bir şey kaçırdığım söylenemezdi. Tablo aynıydı. Fakat bir süre sonra hareketlenme oldu. Bir alkış koptu. Tamamı çelik yelek giymiş, ellerinde otomatik silahlar olan bir grup Çevik Kuvvet Polisi beşer beşer tankların üzerine çıkmaya ve tankların üzerindeki kalabalığı indirmeye başladı. Bir taraftan da içeriden çıkarılan askerlerin silahları teslim alınıyor, askerler sorgulanmak üzere kalabalığın içerisinden geçirilerek güvenli bir noktada gözaltına alınıp polis merkezlerine götürülüyordu.
Kalabalıktan cübbeli, sarıklı bir kişinin “Çengelköy’de halka ve polise ateş açmışlar koşun oraya gidelim” dediğini işittiğimde başımı çevirdim ve teke başına yola koyulduğunu gördüm.
Tanklar sustu, askerler teslim oldu, gözaltılar gerçekleşti. Hala meydandaydım. Birinci sıradaki tankın önüne park etmiş sarı dolmuşun içerisinde bir delikanlı vardı. “Sen mi tankların önüne park ettin” diye sordum. Evet anlamında kafa salladı. Öğrendiğim kadarıyla tankların karşısına aracını ilk park eden o olmuş. Adını özellikle sormak istedim “Serkan” dedi soyadını söylemedi, oysa kayıtlara geçsin isterdim. “Allah senden de razı olsun” dedim. Aracını sürdü gitti.
Üsküdar’da darbe girişimine kalkışan 10 zırhlı araç teslim alınmıştı. Halk gün ağarmasına rağmen sokakları boşaltmamıştı. Genç, yaşlı, çocuk, kadın hatta engelli vatandaşlar, tanklara, silahlara ve iradesini gasp etmeye çalışan bir avuç asker görünümlü teröriste meydan okuyordu. Ortalık iyice sakinleştikten sonra eve döndüm. Evde televizyon ve bilgisayarım açıktı. Görüntüleri haber sitem Dosyahaber.com portalına yükledim. Gecenin sıcak gelişmelerini girdim. Gün çoktan ağarmıştı. Televizyonlar, milletin iradesine teşekkür konuşmaları ile doluydu. Kontrolün neredeyse tamamını gerçekleştirdiklerini bildiren beyanatlar veriliyordu. Biraz dinlenmek için gözlerimi kapattım. Bir iki saatlik yorgunluğu atmamın ardından fotoğraf makinemi alarak aracımla yollara düştüm. Tankları, Çengelköy’deki çatışmanın izlerini, Kuleli askeri lisesinin önünü fotoğrafladım. Bu girişimim esnasında iki kez polis tarafından durdurularak ne yaptığım soruldu. Gazeteci olduğumu anlattım. Kimlik kontrolü sonrası serbest bıraktılar.
O gece tarihi bir olaya şahit olduğumun farkındaydım. Darbe girişiminden yaklaşık 1,5 ay sonra bu yazıyı yazarken aklımdan şunlar geçiyor. “15 Temmuz darbe girişimi gecesi tankların önüne çıkmak, canlı kalkan olmak işin kolay kısmıydı. Zor olan ise devlete bir daha böyle yapıların nüfuz etmemeleri için kurumları, “eğitim, adalet, güvenlik” yeniden yapılandırmak.
Çünkü eski alışkanlıklarla yeni yuva kurulamaz.
Hakan Göksel 30 Ağustos 2016
Tarihe not: Milletin iradesi ve geleceği için sokaklardaydım
15 Temmuz akşama doğru içimde bir huzursuzluk hakimdi. Defalarca bir arada bulunduğum, sohbetlerinden zevk aldığım İzdiham’dan Bülent, Çağrı, Adem ile yine beraberdik. Lakin içtiğim çayların tadında bile gariplik hissediyordum. Yerimde duramıyordun. Gitmeye karar verdim. Ayaklandım, kalmam konusunda ısrarcı olsalar da içimdeki sıkıntının baskın geldiğini ve duramayacağımı anlatınca vedalaştık.
Yolda bir başka arkadaşımın “mutlaka gelmem gerektiğini söyleyen” ısrarlı telefonları üzerine yönümü Bostancı istikametine çevirdim.
Emrivaki yapılarak gittiğim mekanlarda bulunanlara genelde sevecen gözlerle bakamam. Sohbetleri de hiçbir zaman dikkatimi çekmemiştir. Ama bazen dost hatırı olunca bazı şeylere katlanmak gerekiyor.
Bulundukları yere vardığımda 8-10 kişilik bir grup bir araya gelmiş, dağılmadan önce son ritüellerini gerçekleştiriyorlardı. Ortamdan çok hoşlanmadım ama vedaya kadar bir 20 dakika bekleyeceğimi öngörüyordum.
Bir “modern zaman alışkanlığı” olarak akıllı telefonlar ellerinden düşmüyordu. İlk kez tankların köprüye çıktığı haberini orada duydum.
Ve duyduğumda -benim gibi düşündüğüne inandığım milyonlarca insan gibi- darbe olduğuna ihtimal bile vermiyordum. Olsa olsa büyük bir terör girişimi ya da çok sayıda bombalı aracın Boğaz Köprüsü’nün güvenliğini tehdit etmiş olabileceğini tahmin ediyordum. Fakat “tankları köprüye çıkacak kadar büyük bir tehlike”nin düşüncesi bile beni fazlasıyla ürkütmüştü.
Kalabalığa gazeteci diye takdim edildiğimden gerçek havadisi benden bekliyorlardı. Oysa ki trafik nedeniyle ne radyo dinlemiş ne de internette ya da sosyal medyada olanlara göz atabilmiştim. Cep telefonumdan güvendiğim kaynakları kurcalamaya başladım. Üzerine birkaç telefon geldi. Haberlere rağmen yaşananlara inanamıyordum. Kalabalığın sohbeti bir anda “darbe girişimine” döndü.
“Darbe ihtimalinin imkansız bulduğumu, hayalperest bir girişim olduğunu darbeye kalkışsalar da yapamayacaklarını iddia ettim.
Bana gelen itirazlardan anladığım kalabalığın geneli iktidar muhalifi kimselerden oluşuyordu ve inanılmaz bir biçimde darbeyi savunuyorlardı. Darbenin bile iyi olabileceğine inanacak kadar gerçeklere gözlerini ve kulaklarını kapatmışlardı. İçlerinden bazıları ise bunun bir komplo, hükümet tarafından uydurulmuş, Başkanlık yolunu açacak bir oyun olduğunu öne sürüyordu.
İçlerinden bir tanesi mevcut iktidarı kastederek “14 yıllık sayfa kapandı, bu iş bitmiştir” diyerek alaycı bir kahkaha attı ve eve gitmek üzere ayaklandı. O an içimde adını bile bilmediğin o şahsa nefret duygusunu yoğun biçimde hissettiğimi hatırlıyorum.
Beni kızdıran, sözü söyleyen kişinin hükümete muhalif olması değildi, beni kızdıran Türkiye toprakları üzerinde yaşayanların darbeden göreceği zarardan çok “darbenin salt siyasi iktidarı yok edeceğine inanacak kadar” gözlerinin kapalı, dimağlarının sığ olmasıydı.
Grupta bulunanlardan biri önce “darbe olduysa oldu, oturun yapacak bir şey yok” dedi. Kalabalık yine de huzursuzdu. Yerlerinde duramadılar ve evlerine gitmek için organize oldular. Ben de gelmem için emrivaki yapan arkadaşım ile araca bindim ve yola çıktım.
Gün boyu içimde yer eden sıkıntıyı bu yaşananlara yordum. Bir taraftan aracımı eve doğru sürüyor diğer taraftan sokaklarda caddelerde olan biteni gözlemliyordum.
Bağdat Caddesi’nden geçiyorduk, saat sanırım akşam 10.30 sularıydı. Benzinliklerde araçlar kuyruk oluşturmuşlardı. Marketler stok yapmak için alışveriş yapanlarla doluydu. Bankamatiklerin önünde insanlar paralarını kurtarmanın peşine düşmüşlerdi.
Darbede insanların nasıl refleks verdikleri ile ilk defa tanışıyordum. Memleket yangın yeriyken paralarının derdine düşen insanlara karşı küfürler savurduğumu hatırlıyorum.
Kulağım radyodaydı, aşırı derecede sinirliydim. Bomboş yollarda son derece süratli bir biçimde gidiyordum. Kızıltoprak’ı geçtikten sonra gördüklerim biraz daha farklılaşmaya başladı.
Belediyeye ait çöp kamyonlarını, ağır vasıtaları, kepçeleri bağlantı yolları üzerine park edilmiş görüyordum. Önce ‘darbe nedeniyle kaçmış olabilir mi?’ diye geçirdim içimden. Sonra araçların yol üzerine muntazaman çekilmesine dikkat edip maksatlarını anlamam zor olmadı.
Türkiye’de 1980 darbesi gerçekleştiğinde dünyada olsam da yaşım itibariyle neler olup bittiğini kavrayacak yaşta değildim. Darbenin ne demek olduğunu yıllar sonra kitaplardan öğrenmiştim.
Oysa o akşam daha ilk işaretlerini görmeye başladığımda içimi büyük bir öfke kaplamıştı. Darbenin ilk hedefinin özgür iradem olduğunu, hissettirdiği ilk duygunun ise korku değil öfke olduğunu o akşam öğrenmiştim.
Ve özgür irademe kastedildiğinde öfke duyuyorsam gereğini yapmam gerekirdi. Sadece hislerim değil, mesleğimin de beni sokaklarda yaşananlara şahit olmam için beni çağırıyorlardı.
Yanımdaki arkadaşımı -aynı zamanda komşumu- eve bırakıp aracım ile tankların indiği meydanlara gitmeyi düşündüm. Ama mahalleme geldiğimde Üsküdar’ın merkezine inen yola yüklü bir hafriyat TIR’ının park edildiğini gördüm.
Arabayı alelacele park ettim, eve uğrayıp, tamamen siyah kıyafetlerimi giydim bir de altına spor ayakkabısı. Neden bu rengi tercih ettiğimi hatırlamıyorum ama “bir yasa başsağlığı vermeye” gider gibi hazırlanmıştım ya da meydanlarda mücadele kararımı verdiğim gibi giysilerimin de net olmasını istedim.
Elbiselerimi değiştirmek için evde bulunduğum sürede televizyonu açıp son gelişmeleri öğrenmek istemiştim. Televizyonda sürekli canlı bağlantılar yapılıyor, Boğaz köprülerinden, Ankara’dan haberler geçiyordu. Hazırlanırken kulağım anlatılanlardaydı ama içimde bir de burukluk oluştu.
Tarihi bir ana tanıklık ediyordum. İşsiz bir gazeteci olarak elimden gelen sadece -meslek reflekslerimi kaybetmemek adına kurduğum- internet sitem Dosyahaber.com’a darbe girişimi ile ilgili haberler girmekti.
Birkaç dakikada güncelleme işini bitirip, “Halkın özgür iradesi üzerine ipotek koyan hiçbir gücü tanımıyorum” yazarak Dosyahaber’in manşetine koyduğumu ve Dosyahaber okurlarını meydanlara davet ettiğimi hatırlıyorum. Bir taraftan gözüm sosyal medyadaydı. TRT’de darbe bildirisinin okunduğunu yazıyorlardı, anında kanalı çevirdim. Evet doğruydu TRT’den hiç bu kadar nefret ettiğimi hatırlamıyorum. Bildiriyi zorla okuyan Tijen Karaş’ı ne okurken ne de darbe sonrası açıklamalarda hiç ama hiç samimi bulmadım. “Yurtta Sulh Konseyi” (o gece nefretimi doruğa çıkaran isimlerden biriydi), bildiri biter bitmez CNNTürk’ü açtım.
Sadece vatandaş değil aynı zamanda bir gazeteci olarak da meydanlar beni bekliyordu.
Televizyonu açık ve yüksek seste bıraktım. Telefonumu yanıma alıp evime, arkada bıraktıklarıma son bir bakış attım. Evden çıkmak üzereyken valide hanım aradı, merak ettiğini ve nasıl olduğumu sordu. Anneme meydanlara inmek üzere evden çıktığımı söyledim. Annem sadece kendine dikkat et demekle yetindi. Annem “gitme” demedi, demezdi de, biliyordu ki vatan yoksa evlat sevgisi de ana sevgisi de olmazdı. Helallik istedim kapattım.
Telefonla konuşurken, Başbakan’ın açıklamalarını duyuyordum. Yaşananların TSK tarafından desteklenmediğini bir grup askerin gerçekleştirdiği bu kalkışmanın şiddetle bastırılacağını söylüyordu. Darbecilere yönelik içimdeki öfke gittikçe artıyordu. Bu hain darbe girişimi halkın özgür iradesinin şiddetiyle bastırılmalıydı.
Artık tüm hazırlıklarım tamamdı. Meydanlara inerken yanımda olması gerektiğine inandığım iki arkadaşımı aradım. Biri çocuğunun yalnız olduğunu ve bırakıp inemeyeceğini söyledi. İnme kararımın haklı olduğunu da söyledi. Diğeri için ise inmeye gerek yoktu çünkü çok riskliydi.
Tam evden çıkmak üzereyken bu kez de Erdoğan’ın canlı yayına bağlandığını duydum. Tarihi “sokaklara inin” çağrısını yaptığında kapımı çoktan kilitlemiştim.
Mahallemden Üsküdar’a inerken yine aynı hafriyat yüklü kamyonu yeniden gördüm. Yollarda tek bir araç bile yoktu. Mümkün olduğu kadar seri hareket ediyordum. Çünkü sokaklarda beni neyin beklediğini, darbeci hainlerin nereleri tuttuğunu bilmiyordum. Kafamda darbeci askerlerin karşıma çıkmaları durumunda hangi güzergahtan meydanlara inebileceğimin hesabını yapıyordum. 50 metre kadar ilerledikten sonra, ara sokaklardan sesler duymaya başladım. Birileri “sokaklara çıkın evlerinizde oturmayın” diye bağırıyor, biraz uzağında yine küçük bir kalabalık, tekbir getiriyor, “ya Allah bismillah Allahuekber” diye sokakları inletiyordu.
Bir 10 metre kadar ilerledikten sonra başka bir kalabalığa daha rast geldim. Elleri ile “bozkurt” işareti yapan bir grup, sokak aralarından çıkıyor ve milleti meydana davet ediyordu.
Beni endişelendiren bir konu daha vardı. Darbe karşıtları gibi darbe taraftarları da sahaya indiyse bir iç savaş kaçınılmazdı. Neyse ki grupların ikisi de darbe karşıtı sloganlar atıyorlardı.
İçinde bulunduğum hissiyatın yoğunluğu ile gördüğüm kalabalık cılızlığı beni önce bir miktar umutsuzluğa sevk etti. “Bu kadar insan mı!” diye üzüldüğümü hatırlıyorum.
Üsküdar’a inerken yolum üzerindeki en önemli ve büyük kamu binası olan Kaymakamlığa yaklaştığımda durumun sakin olduğunu gördüm. Yol üzerine bu kez Zabıta araçlarını yolu kapatacak biçimde koymuşlardı.
Biraz daha adımlarımı hızlandırdım. Eski belediye binasına yaklaştıkça, genç yaşlı meydanlara yürüyen az sayıdaki insan biraz daha umutlanmama sebep oldu.
Zamanı gelmişti. En yaygın sosyal ağlardan birinin “Canlı Yayın” özelliğini kullanarak, listemde olanlara gazetecilik refleksi ile meydanlarda olan biteni anlatacak ve görüntüleri anında aktaracaktım.
Üsküdar merkeze yaklaştıkça uzaktan meydandaki çeşmenin etrafının boş olduğunu gördüğümde biraz şaşkınlık yaşadım. Sonra sesler geldi Fıstıkağacı’na çıkan yola yöneldim.
Karşılaştığım tablo şok etkisi yaptı. Yolun girişinde önü kesilen ilk sıradaki tankı gördüğümde kendimi ikinci dünya savaşını anlatan bir savaş filminin içindeymiş gibi hissettim.
Çünkü tank öylesine büyük öylesine devasaydı ki, şehir merkezine ancak düşman işgalinde görülebilirdi.
Telefonum açık ve canlı yayına devam ediyor, sosyal hesaptan takip edenler için arada anons yapıyordum. Tankların önünde siper olmak, çıkmak için kalabalığı yardım. İlk tankın üzerinde çok kişinin çıktığını ve slogan attığını gördüm. Sokak lambaları yanıyor ama yeterince aydınlatmıyordu.
Sadece bekleyen birkaç tank olduğunu düşünmüştüm ve gözlerim askeri piyade birliğini arıyordu. Tankın palet tarafına geçtiğimde arka kısma doğru tank konvoyu vardı ve yanlış saymadıysam tam 10 askeri araç peşpeşe konuşlanmıştı.
Video kayıtları kaybolmasın diye durdurup yükletip yeniden anons ile başlatıyor bir sonraki tanka gidiyordum. İkinci tank da ilki kadar kalabalıktı. Ama üçüncü tanka geldiğimde diğerlerinin bomboş olduğunu gördüm.
Tankların arasında dolaşmaya ve görüntüleri almaya devam ediyordum. Dördüncü sırada birliği komuta eden “land” marka cipte tank birliğinin komutanları vardı. Moralleri bozulmuş biçimde, camlar tamamen kapalı etraftaki kalabalığın kendilerini ikna çabalarına gözleri tek noktaya odaklanmış yüzlerindeki kibir ile sessiz kalıyorlardı. Sözde ‘kudretli paşaların askerleri’ etrafındaki kalabalıkları yok sayıyorlardı.
Kalabalık gittikçe büyüyordu. Tankların tepelerine çıkan vatandaşlardan biri tankın üzerindeki diğer kalabalığa seslenip, “Antenleri sökün” diye bağırıyordu. Tankların telsiz antenleri sökülüp tek elde toplandı. Antenleri sökmelerinin nedeni emirlerin telsiz ile tanklara ulaşmasına engel olmaktı.
Tankların egzoslarından çıkan sesler geceye adeta sis gibi çöküyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde tankların tepesinde olanların da içindekilerin de gerginliği artıyordu.
Meydan gittikçe kalabalıklaşıyor, kadınlar, gençler, yaşlılar tankların etrafında etten duvar örüyorlardı. Birinci tanktan son tanka kadar bir aşağı bir yukarı olanlara yakından şahit olmak ve görüntülerini çekmek için koşturuyordum.
Arkada sıradaki tanklardan biri etrafındaki kalabalığa rağmen manevra yapmaya kalktı. Olduğu yerde devasa tankların dönüşü kolay değildi. Her hareketinde tepesindekiler dengelerini kaybediyor, etraftakiler ezilme tehlikesi yaşıyordu. İnsanlardan bir kısmı tankın geri döneceğini düşünerek manevra yapmasına yardımcı oluyorlardı.
İçlerinden biri bağırdı, “manevrasına izin vermeyin, Çevik Kuvvet’in oraya gidecek” bunun üzerine kalabalık yeniden tankların paletlerine yapıştı, tank eski pozisyonuna dönerken bir anda paletin ayağımı sıyırdığını hissettim. Ufak bir izdi.
Kalabalığın tankın içindekileri ikna çabaları sürüyordu. Birinci sıralarda bulunan bazı tankların kapaklarının açıldığını gördüm. Üzerindeki askerlerle pazarlık başlamıştı. Kalabalığın bin bir türlü ruh hali vardı. Sinirinden askerlere sataşanlar, ikna için dil dökenleri kalabalığı sakinleştirmeye çalışanlar..
Bir ara kalabalığın içerisinden birinin elinde pet su şişeleri ile geldiğini ve askerlere su ikram ettiğini gördüm. Tankların kapaklarını açan askerlerden her biri tankın üzerindekilere laf anlatmaya çalışıyordu.
Tankların hareket etmemesi için her şey yapıldı. Tanklar kadar etraftaki kalabalığa da dikkat etmeye çalışıyordum. 30’lu yaşlarda genç bir adam ve yanında nur yüzlü şeker mi şeker 70’lik bir nine zor yürüyor. “Hoşgeldin, ayaklarına sağlık” dedim. Televizyonlarda sürekli sorulan izleyicinin saçma olarak bulduğu aslında muhataba niyetini dille söylemesini gerektiren bir soruyla “Ne işin var burada uyku saatinde” diyerek latifede bulundum. “Hoşbulduk yavrum tanklara siper olmaya geldim” dedi. “Helal olsun sana Allah ömrüne ömür katsın” dedim.
Bir ara tankın tepesine çıkmış elinde ekmek bıçağı olan bir genci fark ettim. Tankın üzerindeki kalabalığın duyacağı şekilde “elinde bıçak var” diye bağırdım. Benim gibi fark edenler de aynı tepkiyi verince, tankın tepesindeki o genç korktu ve bıçağı yere attı. O bıçak anında sağ duyulu bir vatandaş tarafından alınarak açık olan dükkanlardan birine teslim edildi.
Tankların arasında gezerken bir gencin elinde cep telefonu ile tankların önünde yer alan bir nevi plaka işlevi gören rakamların fotoğrafını çektiğini gördüm. Her tankın ön kısmında yere bakan bölümünde küçük ebatlı numaralar vardı. Belli ki darbe girişimine katılan tankların kimler tarafından kullanıldığını tarihe not düşmek istiyordu.
Tanklar henüz susmamıştı, arka sıralardaki tankların da kalabalık arttıkça tepesine çıkanları artmıştı. Bir ara arkadaki tanklara yöneldiğimde beyaz bir Hyundai marka araçtan tamamen siyah takım elbiseli, vücut yapılarından ve boylarından istihbaratçı olduklarını tahmin ettiğim dört genç indi ve kalabalığın arasında ayrı yönlere giderek gözden kayboldu. Bir daha da görünmediler.
Zihnim birçok öngörüde bulunuyordu, “MİT’çi de olabilirler, askerlere yeni emir de getiriyor olabilirler” diye geçirdim içimden. Ön sıralara gittiğimde tankların dışında olan bitene daha fazla dikkat edebiliyordum. İki itfaiye aracı tankların önüne park etmişti. Birinin önünde sarı dolmuş vardı. Ve en önde de çöp tenekeleri yerleştirilmişti.
Bir ara itfaiye aracının kapı basamağına çıkan sonradan imam olduğunu öğrendiğim bir şahıs, uzun bekleyişlerine rağmen susmayan tanklara öfkelenmiş kalabalığa sesleniyordu. Konuşma itfaiyenin ses sisteminden veriliyordu. Konuşması sakin ve sükunet çağrıları ile başladı imamın konuşması, birkaç dakikadan sonra “Yahudiler, Siyonizm” kelimeleri ile buluştuğunda kendisi de öfkesine hakim olamadı. Etraftan imamı da sakinleştirme çabaları sürüyordu.
Minarelerde peşpeşe selalar okunuyor, en kötü sesli imam/müezzinin sesi bile “milleti geleceğini kurtarmaya çağırırken” name gibi geliyordu. Bu zamana kadar selaları Cuma ezanı öncesi cenazelerde duymaya alışıktım. İlk kez şahit olduğum direnişe çağıran bu selalar için “Allah’ım bu selalar milletin iradesinin ölümüne haberci olmasın” diye içimden dua ediyordum.
Halkın bütün iyi niyeti ve çabasına rağmen tanklar susmayınca, bir grup kalabalığın tşörtlerini çıkarıp tankların egzozlarına teptiklerini gördüm. Dizel motorların susması için düşünülmüştü. Bu yöntemin tanklarda başarılı olacağına pek ihtimal vermemiştim. Birinci sıradaki tankın depo kapağı açılmış, mazot yola kalabalığın ayağının altına akmıştı. Tankın yakıtı motorin, benzin gibi hemen tutuşmasa da öfkeli kalabalığın elinden düşecek bir sigara yeni bir tehlikeyi tetikleyebilirdi.
Tanklar egzozuna konulan tşörtlerden mi yoksa emirin gelmesi ile mi sustu bilmiyorum. Ama motorları durdurduklarında bir alkış tufanı koptu. Saatlerce süren etten duvarın direnişi ilk zaferini kazanmıştı. Yaşananlara şahit olurken ve sosyal medyadan yayınlarken telefonun azizliğine uğradım. Şarj etmek için 24 saat açık olduğunu bildiğim bir lokantanın yolunu tuttum. Yanıma şarj aletini almadığım için söylendim durdum. Lokanta çalışanlarından ve içerideki vatandaşlardan şarj sordum. Bir müşterinin şarj ettiğini gördüm ve yüzsüzlük yapıp istedim. 5 dakika şarj etmeme izin vermişti. Küçük kebapçıda televizyon açıktı ve altyazı geçiyordu “Darbecilere ait helikopter düşürüldü” Halkı sokaklarda mücadele eden milletin ordusu hava hakimiyetini sağlamaya çalışıyordu. Siyasilerin konuşmaları ardı arkasına veriliyordu.
Lokantaya girip çıkan vatandaşların çeşitli talepleri oluyor, hemen hepsine “kalmadı ya da yok” cevabı veriliyordu. Vatandaşların kendi aralarındaki konuşmasını dinliyor bir taraftan da telefonu şarj ediyordum. Gencin biri heyecanlı heyecanlı anlatıyordu: “Selamsızda tankı süren asker panik yapınca bir evin duvarını yıkmış... Sakarya’da tankı ele geçiren vatandaşlar götürüp birliğe park etmiş..” Havadislerin her biri teyide muhtaçtı ama içinde bir zafer kazanmış olmanın sevinci vardı.
Telefonu bir süre şarj ettikten sonra yeniden tankların olduğu yere döndüm. Pek bir şey kaçırdığım söylenemezdi. Tablo aynıydı. Fakat bir süre sonra hareketlenme oldu. Bir alkış koptu. Tamamı çelik yelek giymiş, ellerinde otomatik silahlar olan bir grup Çevik Kuvvet Polisi beşer beşer tankların üzerine çıkmaya ve tankların üzerindeki kalabalığı indirmeye başladı. Bir taraftan da içeriden çıkarılan askerlerin silahları teslim alınıyor, askerler sorgulanmak üzere kalabalığın içerisinden geçirilerek güvenli bir noktada gözaltına alınıp polis merkezlerine götürülüyordu.
Kalabalıktan cübbeli, sarıklı bir kişinin “Çengelköy’de halka ve polise ateş açmışlar koşun oraya gidelim” dediğini işittiğimde başımı çevirdim ve teke başına yola koyulduğunu gördüm.
Tanklar sustu, askerler teslim oldu, gözaltılar gerçekleşti. Hala meydandaydım. Birinci sıradaki tankın önüne park etmiş sarı dolmuşun içerisinde bir delikanlı vardı. “Sen mi tankların önüne park ettin” diye sordum. Evet anlamında kafa salladı. Öğrendiğim kadarıyla tankların karşısına aracını ilk park eden o olmuş. Adını özellikle sormak istedim “Serkan” dedi soyadını söylemedi, oysa kayıtlara geçsin isterdim. “Allah senden de razı olsun” dedim. Aracını sürdü gitti.
Üsküdar’da darbe girişimine kalkışan 10 zırhlı araç teslim alınmıştı. Halk gün ağarmasına rağmen sokakları boşaltmamıştı. Genç, yaşlı, çocuk, kadın hatta engelli vatandaşlar, tanklara, silahlara ve iradesini gasp etmeye çalışan bir avuç asker görünümlü teröriste meydan okuyordu. Ortalık iyice sakinleştikten sonra eve döndüm. Evde televizyon ve bilgisayarım açıktı. Görüntüleri haber sitem Dosyahaber.com portalına yükledim. Gecenin sıcak gelişmelerini girdim. Gün çoktan ağarmıştı. Televizyonlar, milletin iradesine teşekkür konuşmaları ile doluydu. Kontrolün neredeyse tamamını gerçekleştirdiklerini bildiren beyanatlar veriliyordu. Biraz dinlenmek için gözlerimi kapattım. Bir iki saatlik yorgunluğu atmamın ardından fotoğraf makinemi alarak aracımla yollara düştüm. Tankları, Çengelköy’deki çatışmanın izlerini, Kuleli askeri lisesinin önünü fotoğrafladım. Bu girişimim esnasında iki kez polis tarafından durdurularak ne yaptığım soruldu. Gazeteci olduğumu anlattım. Kimlik kontrolü sonrası serbest bıraktılar.
O gece tarihi bir olaya şahit olduğumun farkındaydım. Darbe girişiminden yaklaşık 1,5 ay sonra bu yazıyı yazarken aklımdan şunlar geçiyor. “15 Temmuz darbe girişimi gecesi tankların önüne çıkmak, canlı kalkan olmak işin kolay kısmıydı. Zor olan ise devlete bir daha böyle yapıların nüfuz etmemeleri için kurumları, “eğitim, adalet, güvenlik” yeniden yapılandırmak.
Çünkü eski alışkanlıklarla yeni yuva kurulamaz.
Hakan Göksel 30 Ağustos 2016
süperbahis - supertotobet - tempobet - tipobet - vdcasino